Fernando Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı’ndan Seçmeler
Asla bir geleceğe sahip olmamış olduğum günlerden.. Hissetmek – ne renktir acaba?
Not: Bu mektubumu bir solukta yazdım. Şimdi yeniden okurken görüyorum ki, yarın size göndermeden önce bir kopyasını almam şart. İç dünyamı bu kadar eksiksiz olarak; bütün duygusal ve zihinsel yönlerini, temelinde yatan isteri-nevrasteniyi, en çarpıcı özellikleri olan, özbilincinin içindeki kavşaklarını, kesişme noktalarını ortaya koyarak tasvir edebildiğim pek nadirdir …
OLAYSIZ BİR ÖZYAŞAMÖYKÜSÜ
.. kayıtsızlık da zaten aşırı acı çekmekten olur. Asla sürüye dahil olmamıştı
..böylece ben de bazı insanlar gibi kalabalıkların sınırında, yani halk arasında çöküş diye tabir edilen o her şeye uzak noktada kaldım. Çöküş, bilinçaltının tamamen yitirilmesi demektir, çünkü bilinçaltı yaşamın temelidir. Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.
Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana), her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu?
Dinle yaşamanın ne olduğunu bilemiyorduk, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağına göre bilemezdik de; insanın bir kenara atılabileceğine inanamıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk; bu durumda sahip olduğumuz ruh, hayatı estetiğin gözüyle seyretmekte işe yarayabilirdi ancak. Böylece, cafcaflı görüntüsüne yabancı, ilahi olana ilgisiz, insanı hor gören bireyler olarak, kendimizi, boşu boşuna, beyin sinirlerimize uygun düşen karmaşık bir Epikürosçuluğun bağrında serpilmiş amaçsız duygulara bıraktık.
Hiçbir şeyi ciddiye almaksızın, duygularımız dışında hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamayacağımızı aklımızdan çıkarmaksızın, bilinmeyen uçsuz bucaksız topraklar gibi yokladık duyguları, içlerinde bir sığınak aradık. Yalnızca estetiğin titiz seyircisi olmakla yetinmeyip seyrettiklerimizin hallerini ve sonuçlarını ifade etmek için çabaladık gerçi, ama kimselerin aklını çelmeye ya da iradesini etkilemeye niyetlenmeden kaleme aldığımız yazılar ya da dizeler; alt tarafı yüksek sesle, kendi kendi okuduğumuz yazılar olarak görülebilir, amacımız verdiği öznel zevki tam olarak nesnel hale getire bilmekti.
Dolayısıyla, dağları ve heykelleri aynı dinginlikle seyredeceğiz, geçen günlerin ve kitapların tadını çıkaracak, en önemlisi de her şeyi düşleyerek, hepsini en mahrem özümüzün bir parçası haline getirmeye çalışacağız.
Elimizde ürettiğimiz yapıtın değerini ölçmek için hiçbir kıstas yok elbette. Tek derdimiz kendimizi oyalamak, bu doğru; ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.
Hayatı bir han olarak tahayyül ediyorum, çöküş arabası gelene kadar orada kalacakmışım. Araba beni nereye götürecek, bilmiyorum, çünkü hiçbir şey bilmiyorum. Dört duvar arasında beklemek zorunda olduğuma göre, hanı bir hapishane olarak da kabul edebilirim, çeşit çeşit insanla karşılaştığım için, dostlukların yeşerdiği bir yer olarak da. Huysuz ya da görgüsüz biri sayılmam. Odasına kapanıp, kendini yatağa atıp gözünü bile kırpmadan bekleyip duranları kendi hallerine bırakıyorum; kulağıma hoş seslerin ve müziklerin çalındığı salonlarda gevezelik edenlere de ilişmiyorum. Kapının önüne oturup gözlerimi ve kulaklarımı manzaranın renkleriyle ve müziğiyle sarhoş ediyor, arabayı beklerken alçak sesle, yalnızca kendim için bestelediğim anlaşılmaz şarkıları söylüyorum.
Gece çökecek, o posta arabası kapıya dayanıp hepimize seslenecek. Bana bahşedilmiş hafif rüzgârın ve onun tadını çıkarabilmem için bahşedilmiş ruhun tadını. çıkarıyorum; ve daha fazlasını ne soruyor ne kurcalıyorum. Handaki anı defterine yazıp bıraktığım şeyleri günün birinde benden başkaları da okur, bunlarla yol oyalanabilirse, ne ala. Kimse okumazsa ya da zevk almazsa, o da kabulüm.
Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım – ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi; başka bir deyişle, hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan düş.
Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak, ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki, o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum.
Ağır ilerleyen yaz akşamlarında, Aşağı Şehir’in dinginliğini, özellikle de gündüzleri kıpır kıpır olan, akşamları da bu nedenle sessizliğin iyice yoğun hissedildiği semtleri severim.
Gündüz, bir hiçim; gece, kendim olurum. Limandaki sokaklarla aramızda hiçbir fark yok; gerçi onlar sokak, ben bir insanım, fakat bütün varlıkların aynı özden vücuda geldiğini düşününce, aramızdaki fark belki de üzerinde durulmayacak kadar küçük. İnsanlarla nesnelerin soyut ve bu nedenle ortak bir yazgısı var.
Başımı döndüren kendimi beğenmişliğimi simgeleyen, hiç çıkarmadığım bir mücevherdir o yüzük.
Tazelenmiş gözlerimi ak sayfalara indiriyorum; özenle yazdığım rakamlar işlerin sonucunu kaydetmiş bile. Ve kendime sakladığım bir gülümsemeyle, beyaz boşluklarla, cetvelle çizilmiş çizgilerle, süslü yazılarla, rakamlarla, kumaş markalarıyla doldurulmuş bu sayfaları barındıran hayattan, bir yandan da her çağda büyük denizcilerin, büyük azizlerin ve şairlerin de gelip geçtiğini düşünüyorum; dünyaya değer kazandıran her şeyin dışına sürülmüş bu büyük kalabalığı, tek bir satırla olsun anan yok.
Hayattan çok az şey istedim – ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Azıcık güneş, kırlar, bir lokma ekmek lokma huzur, canımı fazla yakmayacak bir Yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne el alem bana muhtaç olsun!
Huzurlu odamda, kederler içinde yazıyorum, şimdiye kadar olduğum, bundan sonra da olacağım gibi yapayalnızınım. Merak ediyorum, acaba görünüşte pek bir değeri olmayan sesim, binlerce sesin özünü, binlerce hayatın kendini anlatmaya olan susuzluğunu, gündelik yazgısı içinde faydasız hayallerin, iz bırakmayan umutların tutsağı olmuş benimki gibi binlerce ruhun sabrını temsil ediyor olabilir mi.
Rua dos Douradores’ten, patronum Vasques’ ten, muhasebeci Moreira’dan, jilet gibi takımlar giyen şirket çalışanlarından, ayak işlerine bakan çocuktan, üniformalı uşaktan ve kediden bir daha geri dönmemek üzere ayrıldığımı tahayyül ettim. Adeta zincirlerimi kırmıştım, sanki bütün güney denizleri keşfedilmek üzere büyülü adalarını sermişti önüme. Bundan böyle gönül rahatlığıyla kendimi sanata verebilir, varlığımı zihinsel açıdan tamama erdirebilirdim.
Ama birden, hatta daha düşüncelerimde yüzerken –kısacık öğle tatilinde, bir kafede oluyordu bu–, bir rahatsızlık duygusu düşüme saldırıverdi: Acı çekerdim, diye düşündüm. Evet, fazla söze gerek yok: Acı çekerdim. Patron Vasques, muhasebeci Moreira, veznedar Borges, çevremdeki tüm o namuslu insanlar, mektupları postaya götüren neşe küpü çocuk, maharetli ortacı ve o dünya tatlısı kedi – hepsi hayatımın bir parçası haline gelmiş meğer; onlardan ayrılacak olsam gözyaşlarıma hâkim olamaz, o küçük dünyanın, gözüme ne kadar kötü görünmüş olursa olsun, benim de bir parçam olduğunu, bu parçanın da hep onlarla kalacağını düşünürmüşüm; kendimi onlardan koparmanın, yarı ölmekten, ölümün yüzünü görmekten farksız olduğunu anlarmışım.
Hem zaten, diyelim ki yarın onlardan ayrılıp Rua dos Douradores’in üniformasını sırtımdan attım; başka neye tutunurum (çünkü bir şeylere tutunacağım kesin), hangi üniformayı giyerim (çünkü mutlaka bir başka üniforma giyeceğim)?
Kimi görünür, kimi görünmez ama, hepimizin bir patron Vasques’i var.
dır. Benimkinin adı sahiden de Vasques; sağlıklı, hoş, kimi zaman kabalaşsa da art niyet düşünmeyen, çıkarını bilen ama sonuçta dürüst, insanoğlunun yetiştirdiği, sağcısıyla, solcusuyla nice büyük dehalarda ve harika çocuklarda bulunmayan adalet duygusuna sahip bir adam. Zenginliğe, başarıya doymayan, ölümsüzlük peşinde koşan, kendini beğenmiş Vasques’ler de olabilir… Ben ise, bizim nispeten insancıl, zor zamanlarda dert dinlemesini bilen Vasques’i, dünyadaki bütün soyut patronlara yeğlerim.
Devlete iş yaparak küpünü doldurmuş bir şirkette çalışan bir arkadaşım, kazandığım parayı beğenmeyerek geçen gün şöyle dedi bana: “Sömürülüyorsunuz, dostum.” Bunun üzerine düşündüm de, sahiden de öyle; ne var ki, madem hayatta sömürülmekten kaçmanın yolu yok, kendini beğenmişlerin, şöhret budalalarının, üzüntünün ya da imkânsızlığın peşinden koşanların yerine, kumaş tüccarı Vasques’e kendimi sömürtsem daha iyi değil mi, diye de sormadan edemiyorum kendime.
Hayat karşısında bir sipere çekilircesine, masamın ardına siniyorum. Benim olmadığı halde sahibi olduğum, içine kayıtlar düştüğüm o ticari defterlere duyduğum sevgiden gözlerim yaşarıyor neredeyse, mürekkep hokkasını ve biraz ötemde bordroları hazırlayan Sergio’nun sırtını seviyorum. Belki sevecek başka bir şey bulamadığımdan böyle oluyor, ama belki de insan sevgisine değer hiçbir şey olmadığından; duygusallığa kapılıp sevgimizi birine vakfetmeye niyetlendiysek – Yıldızların sonsuz kayıtsızlığındansa benim gösterişsiz mürekkep hokkası yeğdir.
Ben, herhangi bir yerin yakınlarındaki küçük bir evde, bugün yaratmadığım eseri o gün de yaratmayarak, Yaratmamayı sürdürebilmek için de bugünkülere benzeme\ Yen gerekçeler bulmaya çalışarak huzur içinde yaşıyor olacağım.
büyük özlemlerle anacağım ve günlük hayatın tekdüzeliğini, Yaşanmamış aşkların ya da kazanmamaya yazgılı olduğum zaferlerin anısı gibi yaşayacağım.
Ah, evet, anladım! Patron Vasques Hayat’ın ta kendisi! Bize hükmeden ve hakkında neredeyse hiçbir şey bilmediğimiz, tekdüze ve gerekli Hayatın, Bu sıradan adam, Hayatın sıradanlığını temsil ediyor. O, benim için her şey ve dışımda, çünkü Hayat da benim için her şey ve dışımda.
Rua dos Douradores’teki bürom gözümde Hayat’ı temsil ediyorsa, yine Rua dos Douradoreste, ikinci kattaki evim de sanatı simgeliyor. Evet, Hayat’la aynı sokakta ama bir başka yerde ikamet eden, hayatın yükünü hafifleten, buna karşılık yaşamanın yükünü hafifletmeyen ve hayat kadar tekdüze olan, tek farkı başka bir yerde oturmak olan sanatı.
Ben böyleyim işte, işe yaramaz ve duyarlıyım, ister iyi olsun ister kötü soylusundan ya da bayağısından bütün coşkulara olanca varlığımla kaptırabilirim kendimi ne var ki asla kalıcı bir duygu, asla ruhun özüne nüfuz eden, kalıcı bir heyecan duyamam. Bende ne varsa, bir şeyi izleyerek varlık kazanır; ruh kendine karşı, yaramaz bir çocukla uğraşırcasına sabırsız; giderek büyüyen ve hep aynı kalan bir sıkıntı var. Her şey ilgimi çeker, ama hiçbir şey beni avucunda tutamaz. Durmaksızın düş kurarak, yapılmadık iş bırakmam; karşımda konuşan kişinin yüzündeki mimikleri en ince ayrıntısına kadar yakalanın, cümlelerindeki milimetrik sapmaları fark ederim; ne var ki, duyduğum halde aslında onu dinlemem, bambaşka şeyler düşünürüm ve aramızda geçen konuşmadan en az anımsadığım, o sırada sarf edilen sözler olur – hem onunkiler, hem benimkiler. İşte bu yüzden, bir ettiğim lafı bir daha eder, cevabını aldığım soruyu tekrar sorarım sık sık; buna karşılık, sonradan aklımdan uçup giden bir şeyi söylediği sırada karşımdakinin yüz hatlarının gerilişini ya da daha önce anlattığımı unuttuğum bir hikâyeyi anlatırken, beni yalnızca gözleriyle dinleyişini, fotoğrafını çekmiş gibi, üç dört sözcükle tarif edebilirim.
iki kişiyim ben – ikisi de ortalarındaki mesafeyi koruyor
İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da Yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi Yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. İtiraflarım önemli değil, çünkü hiçbir şey önemli değil. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey var olduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum.
Kaderden ve düşüncelerden örülü kitabımı Yavaş yavaş bir şekle sokmak için art arda dizdiğim bu kelimeler, içler acısı halime hiç kar etmiyor. Kurduğum bütün cümlelerin derinliklerinde, suyu içilmiş bardağın dibinde erimeden kalan bir toz gibi, bir hiç olarak varlığımı sürdürüyorum. Muhasebe hesaplarımı nasıl kaydediyorsam, edebiyatımı da öyle, titizlik ve kayıtsızlıkla yazıya geçiriyorum.
Çalıştığım büronun giriş kapısı yerine, prensesler hayal etmenin nesi daha anlamlı?
Büyük bir dinginlik içinde, ebediyen Rua dos Douraderes’e, bu yazıhaneye, bu iklime, şu insanlara mahkûm olmuş hayatımı gözden geçiriyorum, ruhumda bir tebessüm suretinden başka bir şey yok. Karnım doyuyor, başımı sokacak bir yerim, hayal kurmak, yazmak, uyumak için biraz vaktim var.
Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu ama o kadarı çıraklarda, terzi kızlarda da vardır, çünkü bütün dünya hayal kurar: Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiklerini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.
Düşlerimde ben de çıraklar, terzi kızlar gibiyim. Onlardan tek farkım, elimin kalem tutması.
Belki de sonsuza kadar muhasebeci olarak kalmak kaderimdir; şiir ve edebiyat ise alnıma konmuş bir kelebektir belki; parlak güzelliğiyle gülünecek halimi iyice ortaya çıkaran bir kelebek.
Vasques ve Şürekası şirketinde muhasebe şefliğine yükseltileceğim günün, Yaşamımın sayılı günlerinden biri olacağını çok iyi biliyorum.
yakıcı bir arzunun kararsızlığı
Bir başına kalmış Ya da ses uyumuna, iç titreşimlere benzeştikleri anda farklılaşan anlamlarına göre bir araya gelmiş sözcüklerin saygınlığı; başka deyimlerin anlamlarına sızmış deyimlerin şatafatı, izlerin muzipliği, ormanların iyimserliği – ve sonra, kaçamaklar yaptığım çocukluk bahçelerinde, havuzlardan yayılan huzur … İşte bu şekilde, saçma bir cüretten yapılmış surların ardında, dizi dizi ağaçların ve solup giden şeylerin ürpertilerinin arasında, benim yerimde bir başkası olsa, üzgün dudakların daha yüksek mahkemelerde reddedilmiş bir itirafı 1 ı…mırıldandığını duyabilirdi. Son Şövalyelerin Şatosu, bilinmez bir avludaki mızrak şakırtılarının arasında, bir daha asla huzur yüzü görmeyecekti, üstelik şövalyeler duvarın tepesinden görünen yoldan bir gün geri dönse bile, yolun bu tarafında ise akşamlan Mağrip masallarıyla ölmüş çocuğu avutan, onu hayatla, mucizelerle coşturan kadının anısı kalacaktı.
otların arasındaki saban izlerini takip eden kuş gibi hafif adımları, kıpır kıpır yeşillikleri aralamıyordu bile. İlerde bir gün gelecek olanlar daha şimdiden yaşlıydı; sadece hiç gelmeyecek olanlar gençti. Yolun kenarına davullar dizilmişti, trompetler ise, herhangi bir şeyi bırakmaya hala güçleri olsa, onları bir kenara bırakacak olan bitkin \ ellerden cansızca sarkıyordu.
Ne var ki, büyülü geçit alayının yürüdüğü toprakta, sönmüş seslerin yeniden yüksek perdeden yankılandığı işitilmiş ve köpekler gözle görülebilen yollarda ayaklarını sürümüştü. Her şeyde bir cenaze töreninin saçmalığı vardı ve başkalarının düşlerindeki prensesler hiçbir dehlizde kaybolmaksızın, hiç durmadan geçiyor, tekrar geçiyordu.
Ömrüm boyunca, hayatımı ezen koşullarından kurtulmak istediğim, buna karşılık kendimi benzer başka koşullar tarafından kuşatılmış olarak bulduğum çok oldu.
Her şeyim çoktan ölmüş bir çocuğun eski fotoğraf albümüne yapıştırılmış, renkli bir prens tipografisini anımsatıyor. Beni sevmek, bana acımak demek. Gelecek zaman sonlarına doğru bir gün biri çıkıp hakkımda bir şiir
Yazacak, ben de belki ve ancak o zaman, Kendi Krallığı’mda hüküm sürmeye başlayacağım.
Saçma aksiyomlar
Sahtesinden de olsa sfenkslere dönüşsek, hem de kim olduğumuzu bilemez hale gelecek kadar. Çünkü aslında sahte birer sfenksten başka bir şey değiliz ve gerçekte ne olduğumuzu bilemiyoruz. Hayata ayak uydurmamızın tek yolu, kendi kendimizle uyumsuz olmak. Tanrısallık, saçmalık demektir.
Samimiyetle, sabırla akıl yürüterek teoriler kursak ve bunu yalnızca, hemen çürütmek üzere yapsak -edimlerimizi, onları mahkûm eden kuramlarla doğrulasak, bayatta kendimize bir yol çizsek, sonra da o Yolun tam tersine gitsek/Yapılmadık şey bırakmasak, olmadığımız, olduğumuzu iddia etmediğimiz, başkalarının olduğumuzu hayal etmesini de istemediğimiz bir şeyin bütün hallerini kuşansak.
Okumamak için kitaplar alsak; konserlere gitsek, ama ne müzik dinlesek, ne de kimlerin geldiğine baksak; yürümekten yorulduk deyip uzun gezintilere çıksak ve gidip kırlarda kalsak, sadece ve sadece kırlar bizi uyuşturduğu için.
Kahvelerdeki ya da lokantalardaki garsonlarda, berber ya da sokak başlarında dikilen, ayak işleri yapan çocuklarda içten gelen, doğal bir sevecenlik var, deyim yerindeyse daha büyük bir samimiyetle yaklaştığım insanlarda buna rastladığımı söyleyemem doğrusu.
Kardeşliğin böyle incelikleri var işte.
Kimileri dünyayı yönetir, kimileri de Yönetilen dünyanın o ta kendisidir. Servetini İsviçre’de ya da İngiltere’de saklayan bir Amerikalı milyonerle bir kasabanın sosyalist lideri arasında nitelik bakımından hiçbir fark yoktur, fark nicelikten kaynaklanır yalnızca. Uzakta, aşağıda biz varızdır, yani kılıksız insanlar, biz, bohem oyun yazan William Shakespeare, biz, öğretmen John Milton, serseri Dante Alighieri, dün alışverişlerimi yapan çocuk, komik fıkralar anlatan berber, yalnızca önümdeki şarap şişesinin yansını içmedim diye geçmiş olsun dileyerek kardeşçe bir jest yapan garson.
gelecekleri miydi? Bilinçsizlikleri mi? Belki doğrudan onlar değildi- ama kim bilir? Belki de yalnız kendimdim acıdığım.
Müziğin ya da düşün hafif bir soluğu, ne olursa olsun, yeter ki öyle ya da böyle bir şey hissetmemizi sağlasın, ne olursa olsun yeter ki bizi düşünmekten alıkoysun.
Erken kalkmıştım, aylaklık ederek var olmaya hazırlanıyordum.
kişiliğim, dışarıdan su katılmamış bir komedi gibi görünüyordu; içerden bakıldığında insana özgü olan her şey gibi.
ve ellerimi ölümden sonraya ait o yağmurluğun ceplerine sokmuş, yararsız düşlerimi bölüp duran iri adımlarla küçücük odamdaki bulvarı arşınlıyordum, ki düşlerim, bütün ölümlülerinkine benzeyen bir hayalin nihai haliydi
/ Kendimi neşeli hissetme zamanıydı. Ne var ki içime / bir ağırlık çökmüştü- bilinmeyen bir arzu, tarifsiz, ama bile olmayan bir heves. Belki de canlı olma göstermekte gecikiyordu. Ve görmeden baktığım sokağa hâkim penceremden dışarı sarktığımda kendimi birden, kurusun diye pencerelere asılan, sonra orada unutulup
yavaş yavaş buruşan, sonunda da asıldığı yeri kirleten yaş bir toz bezi gibi hissettim.
berrak notayı
tek hatırladığım, ölüm haberini aldıktan sonra sofralara bir havanın çöktüğü. Masadakiler ara sıra göz ucuyla bana bakardı, bu dün gibi aklımdadır. Ben de aptal gibi anlayarak bakışlarına karşılık verirdim. Sonra, belki sezdirmeden hala bakıyorlardır, diye, hareketlerine dikkat ederek yemeğime dönerdim.
Ve dudaklarımın, yüzümün etrafını kuşatan yastık kılıfının hafif kıvrımlarını usulca oynatarak gülümsediğini hissediyorum. Kendimi yaşama teslim edebilirim,
uyuyabilirim, kendimi unutabilirim.
Birdenbire bastıran sonbaharın şu ilk günlerinde gereken çöküyor ve insan, günlük işlerine yetişemediği oysa ben, her zamanki işlerimle haşır neşirken bile, karanlığın getireceği tembelliğin tadını peşinen çıkarıyorum, çünkü karanlık gece demek, gece ise uyku, yuva, özgürlük. Geniş salonda lambalar yanıp karanlığı kovduğunda, bütün gün uğraşılıp iş bitirildiği halde biz… fazla mesai yaparken ben saçma bir huzur duyuyorum, sanki başka birinden hatırladığım bir huzur; ve yatma vakti gelene kadar vakit geçsin diye kitap okur gibi, huzur içinde yazacağımı yazıyorum.
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız: Güneşli, güzel bir gün, küçük bir semt lokantasının bir köşesinde, kırların kapılarını ardına kadar açar önümüzde kırlara düşen geçici bir gölge bizi içimize çekilmeye zorlar ve kapısız, basit bir ev olan kendi özümüze sığınırız; günlük koşturmacaların üstüne de gelse bir şafak, tıpkı ağır ağır açılan bir yelpaze gibi, dinlenmeye duyduğumuz mahrem ihtiyacı adım adım bilince çıkarır.
ve ben, ölü geçmişimin içinden geçerek hesaplarımı hatasız yapıyor, faturalarımı düzenliyorum. Kendimi yeniden eritiyor, kendi içimde kayboluyor, kendimi dünya işleriyle henüz kirlenmediğim, her gizeme, her geleceğe açık olduğum o uzak gecelerde unutuyorum.
Beni borçlardan ve alacaklardan uzaklaştıran duygu öyle tatlı ki, o an bir şey sorsalar, aynı tatlılıkla cevap veririm, sanki içim tamamen boşalmış, sanki her yere yanımda götürdüğüm daktilodan ardına kadar açık varlığımı taşıyan o portatif makineden ibaret hale gelmişim. Düşlerimin yarıda kalmasına üzülmüyorum: O kadar tatlı düşler ki bunlar, konuşmayı, yazmayı, Yanıt vermeyi, hatta gevezelik etmeyi bile kesmeksizin sürdürebilirim onları. Ve bütün bunlar olup biterken, çocukluğumdaki çay tükenecek, işyeri kapanacak … Defteri usulca kapatıp başından kalkıyorum, gözlerim akmamış Yaşlar· dan yanarak, karmaşık duygular içinde, yazıhaneyi kapatırlarken hayallerimi de kapatmalarına üzülüyorum; acı çünkü kayıt defterimi kapadığımda, dirilme imkansız bir geçmiş de kapanmış oluyor;
ve hayatın insansız ve huzursuz yatağına, duyduğum özlemle hüznün yazgılarının son durağına gelmiş kara gecenin bağrındaki iki gelgit gibi birbirine karıştığı bilincimin iniş çıkışlarına dönmek canımı yakıyor.
Ne zevk, ne ün, ne iktidar: özgürlük, yalnız özgürlük.
İnanan hayaletlerini bırakıp aklın hortlaklarıyla haşır neşir olmak, sadece ve sadece yeni bir hapishaneye
geçmek demektir. Sanat bizi eskimiş, resmi putlardan olduğu gibi, gene alelade birer put olan Yüce gönüllülükten ve toplumsal meselelerden de kurtarır…
Kişiliğini, onu yitirerek bulmak- inancın kendisi de, yazgımızın bu yönünü doğrular.
ve savaş, enerjik ve üretici çalışma, başkalarına yardım etme vb., hepsi bence bir tür utanmazlık
Ve ruhumun en yüce gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında, yararlı olan her şey, dışımda olan her şey, en sık
kurduğum düşlere egemen olan saf yüceliğe kıyasla, bana uçan ve kaba geliyor. Benim gözümde en gerçek olanlar işte bu düşlerdir.
Ne sıradan bir odanın dökülen duvarları, ne kendimi yabancı hissettiğim bu büronun eski masaları, ne yılların Aşağı Şehrinde enlemesine uzayıp giden, çok gezildiği için sabit tamir edilmezlik payesini kazanmış sokakların sefilliği; ruhumun sık sık yaşadığı, Yaşamın gündelik, alçaltıcı sıradanlığından doğan bunalımı Yaratan bunların hiçbiri değil. sebep her zaman çevremde bulunan insanlar; beni tanımayan ya da ancak benimle olan temasları ölçüsünde ve günlük teranelerle tanıyan insanlar ruhumun boğazına sarılıp orada, etimde bir tiksintinin düğümlenmesine yol açanlar onlar.’ Hayatlarının, benim hayatı· mm en dıştaki katmanına paralel iğrenç tekdüzeliği, benzerlerim olduklarına içtenlikle inanmaları – sırtıma forsa kıyafetini geçiren, beni bir hapishane hücresine tıkan, düzmece bir varlık, bir dilenci yapan işte bütün bunlar.
öyle anlar oluyor ki sıradan yaşamın her ayrıntısı, Yalnızca varlığıyla bile ilgimi çekiyor, her şeyi açık seçik okuyabilme derdine düşüyorum.
sıradan olandaki benzersizliği görüyorum ve bu ruhIa şair oluyorum
öyle anlar da var ki –şu an üzerime baskı yapan an gibileri dışımdaki şeylerden çok kendim oluyorum ve
yağmurlu, çamurlu gecede, gardaki bir Peronun yalnızlığı içinde, üçüncü mevki iki tren arasında hangara uzanan rayların üzerin\de, benim için her şey değişiyor.
böyle durumlarda, kendime karşı nasıl canımı koruyabildiğimi, bu insanların arasında, onlara tıpatıp benzeyerek, yapılarındaki hayali pisliklere gerçekten uyum sağlayarak burada kalmak gibi bir alçaklığı nasıl Yapabildiğimi soruyorum kendime.
perde, olmamış olayların üzerine iniyor; ve ben büroda çalışanlara özgü yakamı dikleştirerek ( o yakanın içinde pek tabii olarak bir şair boynu var), hep aynı mağazadan alınmış botlarımı sürüyerek, soğuk yağmur birikintilerinden farkında olmadan sakınarak, buna karşılık, hem şemsiyemi hem de ruhumun onurunu gene unutmuş olmanın utancını duyarak eve dönüyorum – orada olmayan ev sahibemin, ender olarak gördüğüm çocukların, ancak yarın göreceğim iş arkadaşlarımın iğrenç varlığını hissettiğim o möbleli daireye.
Istırap molası
Bir köşeye atılmış bir şey, sokağa düşmüş bir bez parçası olan iğrenç varlığım hayatı görünce kılık değiştiriyor.
Ben olmadığı için bütün dünyaya imreniyorum.
Birden, başımı isimsiz varlığımdan kaldırıp, varoluş biçimimi açıkça biliverdim, sanki büyücü bir yazgı bendeki eski bir körlüğü ameliyat etmiş, bu ameliyat hemen sonuç vermiş gibi. Ve şimdiye kadar yapmış, düşünmüş, olmuş olduğum her şeyin bir tür aldatmaca ve çılgınlık olduğunu gördüm. Görmemeyi başardığım şeylerin karşısında dehşete kapıldım. Olmuş olduğum ve gayet açıkça görüyorum ki aslında olmadığım her şey beni yoldan çıkarmış.
Birdenbire bulutlan delip geniş bir toprak parçasını aydınlatan bir güneş ışını gibi, geçmiş yaşamıma ışık tutuyorum; ve akla en uygun edimlerimin, en berrak düşüncelerimin, en mantıklı tasarılarımın, sonuçta doğuştan gelen bir sarhoşluktan, doğal bir çılgınlıktan, tam bir cehaletten başka bir şey olmadığını fizikötesi bir şaşkınlıkla gözlüyorum. Bir rol bile üstlenmişliğim yok: O rolü için başkaları oynamış. Oyuncu bile değilmişim: O oyuncunun hareketleriymişim yalnızca.
Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş; ya ben olduğumu sandığım sahte varlığa teslim olmuşum, çünkü ondan başlayıp dışa doğru hareket etmişim bulunduğum havayla bir tuttuğum koşulların ağırlığına. Gözümün önündeki perdenin kalktığı şu anda, ansızın ya. yapayalnız kalmış, kendini her zaman vatandaşı saydığı yerde sürgün olarak bulmuş bir varlığım. En içten düşüncelerimde bile, ben, ben değilmişim.
Bu durumda, hayatın karşısında alaycı bir dehşete, bir birey olarak bilincimin sınırlarını aşan bir şaşkınlığa kapılıyorum. Şimdiye kadar hatadan ve yanılgıdan başka bir şey olmadığımı, hiç yaşamadığımı, sadece zamanı bilinçle, düşünceyle doldurduğum ölçüde var olduğumu biliyorum.
Ve kendime ağırlık yaptığımı hissediyorum, evet, bilinçlenmeye mahkûm olmaya benzeyen bir ağırlık veriyorum üzerime, ansızın ortaya çıkan, vaktini hisseden ile görenin arasında, uyuklayarak gidip gelmekle geçirmiş, gerçek bireyselliğin kavramı bu.
İnsanın, gerçekten var olduğunu ve ruhumuzun gerçek bir kendilik olduğunu hissettiği zaman içinden geçenleri tarif etmesi çok zor-o kadar zor ki, bunu insanlara ait hangi sözcüklerle yapabilirim, bilemiyorum. Hissettiğim gibi ateşim mi yükseldi, yoksa bir hayat uyuru olmaktan gelen ateşin etkisi birdenbire üzerimden mi kalktı, bilemiyorum. Evet, yineliyorum, kendini birden, tanımadığı, nasıl geldiğini bilmediği bir şehirde bulan bir yolcu gibiyim; ve belleğini yitiren, uzun süre bir başkası olarak yaşayan insanları düşünüyorum. Ben de çok uzun süreden –doğduğumdan, bilinçlendiğimden beri- bir başkasıydım ve bugün bir köprünün tam ortasında, ırmağa eğilmiş olarak uyanıyorum, şimdiye kadar olmuş olduğum her şeyden daha sağlam biçimde var olduğumu biliyorum. Ne var ki şehir bana yabancı, sokakları tanımıyorum, çektiğim acının ilacı yok. Dolayısıyla, ırmağa eğilmiş, gerçeğin beni terk etmesini, beni yeniden bir hiçlik ve bir yalan olarak, akıllı ve doğal olarak bırakmasını bekliyorum.
Kendini bilmemek, yaşamaktır. Kendini yanlış tanımak, düşünmektir.
uyumakla kanmayacak kadar derin bir uyku isteyen bir yorgunluk
Genellikle halinden memnun, genellikle mutlu biri olarak, içimde bitmeyen bir hüzün olduğunu fark ediyorum. ve içimde bu tespiti yapan kişi, aslında hemen arkamda, pencereye yaslanan gövdeme eğilmiş; hafifçe dalgalanarak ağır ağır yağan, loş ve kötü havayı çizgi çizgi bölen yağmuru omzumun ya da başımın üzerin\ den, benimkilerden daha samimi gözlerle seyrediyor.
Hiç değişmeyen, her anı aynı yoğunlukta akan bir hayatta, içine gömülü olduğum durgunluğu bir temizlik kusuru, değişmezliğin yüzeyine yapışmış bir kir ya da toz olarak değerlendirebilirim ancak.
Pisliği bir irade sorunu gibi değil, aklın bir umursamazlığı olarak yaşayan insanlar vardır; çoğu insan ise, özgürce aldıkları bir kararla ya da istemedikleri bir dünyaya boyun eğmeye razı oldukları için değil, kendi kendilerini anlama yetenekleri gerilediği için, bilgiyle alay etmeyi öğrendikleri için tekdüze, silik hayatlar sürerler.
kendi güçsüzlüğünün çekimine kapılmış, bundan dolayı günlük hayatının sıradanlığından kurtulmayan insanlar vardır, benim gibi.
Yazgımı yerin, den oynattıkça yürümüş oluyorum, ben ilerlemediğime göre, ilerleyen o; adım adım gitmeye devam eden zamanım için de durum aynı; çünkü ilerleyen gene ben değilim. Tekdüzelikten kurtulmak için tek çarem, hakkında yaptığım bu kısa yorumlar.
cama, kaçınılmazlığın tozuna adımı büyük harflerle yazarak imzamı atıyorum.
ölümle mi atıyorum imzamı? Hayır, ölümle bile değil. Benim gibi yaşayan bir insan ölmez: Biter, solar, bitkisel hayata girer. Bulunduğunuz yer varlığını sizsiz sürdürür, geçtiğiniz sokak görülmez olduğunuz halde yaşar, içinde yaşadığınız ev, siz olmayan sizi barındırır. Hepsi budur ve biz buna hiçlik deriz, ama bu hiçlik tragedyasını bile oynayamaz, alkışlayamayız, çünkü gerçekten hiç olduğuna bile emin olamayız; biz ki hem hayatın, hem de gerçeğin içinde biten otlarız, biz ki camların hem içine hem dışına biriken tozlarız, biz ki Yazgı’ nın torunları, Tanrının evlatlıklarıyız, Tanrı sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi doğurmuş olan Kaos ’un duludur.
Soyut akla musallat olan bir yorgunluk var ki, korkuncu o. Fiziksel yorgunluk gibi insana ağırlık Yapmaz, duyguların öğrettiklerinin verdiği yorgunluk gibi kafa karıştırmaz. Sahip olduğumuz dünya bilincinin üzerimize çöken ağırlığıdır o, kendi ruhumuzla soluk alamaz oluşumuz.
Hayatın sırrının bizi incitmesinin, korkutmasının bin türlü yolu var. Kimi zaman esrarlı bir hayalet gibi üstümüze gelir, ruhumuz korkuların en korkuncuyla; yok-varlığın bir canavar olarak canlanması korkusuyla titrer. Kimi zaman da arkamızda durur o saf gerçek, onu ancak arkamıza dönmezsek görebiliriz – sırra asla eremeyeceğimiz gerçeğini, sırrın sırrına erilmez dehşetini serer ortaya.
Sokakta, sanki bir yerde oturuyormuş gibi yürüyorum; uyanık olan dikkatimse, dinlenme halindeyken bütün bedenimin olduğu kadar cansızlaşıyor. Karşı taraftan bana doğru gelmekte olan birinden o anda bilinçli bir hareketle kaçamayabilirim. Aynı şekilde, beklemediğim bir anda rastladığım biri, birbirimize yaklaşırken bir an durup bana bir soru soracak olsa, ona bir cümleyle -hatta içimden düşünerek bile cevap veremeyebilirim
uzanmış ya da rahatça oturmuş bir insana gayet iyi gidebilecek bu ruhsuzluk, sokakta yürümekte olan bir insan olarak bana bir rahatsızlık, hatta ıstırap veriyor.
Hareketsizlikten kaynaklanan, ne kendinde, ne de kaynağında neşe olan bir sarhoşluk bu.
Okuyarak, düşlere dalarak, yazmayı düşünerek, düşüncelerin kaprisli rüzgarına göre akan, tutkulardan arınmış, kültürlü bir hayat sürsem, sıkıntının kıyılarında dolaşacak kadar yavaş, sıkıntıya hiç düşmeyecek kadar iyi kurulmuş bir hayat. Heyecanlardan ve düşüncelerden uzak o hayatı, heyecanların düşüncesiyle ve düşüncelerin heyecanıyla yaşasam.
Köyü küçücük olduğu için insan oradan evrenin, şehirde görülenden daha büyük bir parçasını görebilirmiş; işte bu yüzden köy kentten daha büyükmüş
“Çünkü, gördüğüm şeylerin boyundayım. ben, Kendi boyumda değil”
“Gördüğüm şeylerin boyundayım!”
Anlamak için, kendimi yok ettim. Anlamak, sevmeyi unutmaktır. Leonardo da Vinci, insan bir şeye ancak \ anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir, demiş. Bun
Yalnızlık umudumu kırıyor; yanımda birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor. Başkalarının varlığı düşüncelerimi dağıtıyor;/o
Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine benzetti. Bir başkasının varlığı –bir tek kişi bile olsa- düşünmemi hemen engelliyor ve normal bir insan için bir başkasıyla ilişki kurmak, kendini ifade etmesi, konuşması için uyarıcı görevi görürken, ayrı ilişki bende bir uyarmayıcıya dönüşüyor.
Ne türden olursa olsun, toplumsal zorunlulukları yerine getirmeyi –cenazeye gitmek, biriyle işyerindeki bir sorunu konuşmak, tanıdık ya da tanımadık birini garda beklemek– düşününce, yalnızca düşününce aklım allak bullak oluyor (hatta kimi zaman bir gün öncesinden başlıyor bu), doğru dürüst uyuyamıyorum ve gerçek olay olup bittiğinde eften püften bir şey olduğu, korkumun boş olduğu ortaya çıkıyor, ne var ki bu hikâye aynen sürüp gidiyor ve ben bundan ders çıkarmayı bir türlü öğrenemiyorum.
“Benim törelerim yalnızlığın töreleri, insanların töreleri değil kesinlikle”;
Zaman nesnelerin görülebilir görülmezliğinden sol elimin yanında uzanan beyazımsı pervazın, kabuk kabuk kalkmış boyanın altında belli belirsiz pütürlü tahtasına dek her şeye, hafif bir kaygı olarak sindi.
Kibarca ve kolayca yapabilecek olsam, şimdi neredeyse kaçmak istediğim bu dinginliğin gözlerimin önünde uzanmasını kim bilir kaç kez istemişimdir! Orada, yüksek cephelerin arasında uzanan dar sokaklarıyla Aşağı Şehir’imde, huzuru, yazıyı, kesinliği; medenileşmiş masa örtüsünün altındaki güzelce cilalanmış çam tahtasını unutturduğu o yerden çok, doğal şeyler arasında bulabileceğimi kaç kez düşünmüşümdür! Ve şimdi buradayım işte, huzurlu ve sağlıklı bir yorgunlukla dopdoluyken huzursuzum, hapsedilmiş gibiyim, evet, özlediğimi hissediyorum.
Bu yalnızca benim başıma mı geliyor, yoksa uygarlık sayesinde ikinci bir hayata kavuşmuş bütün insanlara olur mu, bilmiyorum. Ama bana öyle geliyor ki, ben ve benim gibi hisseden herkes için, yapaylık doğallığın yerini aldı, doğallık ise tuhaflaştı. İyi ifade edemedim: Yapaylık doğal hale gelmedi; doğallık değişti. Günümüze özgü araçları iğrenç, yararsız buluyorum; bilimin ortaya koyduğu, hayatımızı kolaylaştıran ürünleri –telefon, telgraf gibi– ya da kaprislere hitap eden yan ürünleri –gramofonlar, hertz alıcıları–, bunlardan keyif alan insanlar için hayatı daha eğlenceli kılan bütün bu şeyleri iğrenç, yararsız buluyorum.
Çıplak bir bedenin güzelliğine sadece giyinik dolaşan ırklar duyarlıdır. Utanma duygusu, tensellik için, enerjinin · önüne çıkan bir engel gibidir.
Yapaylık, doğal olandan tat almanın bir yoludur. O uçsuz bucaksız tarlalardan, burada Yaşamadığım için zevk aklım. İnsan baskı altında yaşamamışsa, özgürlüğün değerini ölçemez.
Uygarlık doğaya bizi öğretir. Yapaylık; doğal olana yaklaşmanın yolu budur.
Bu arada, yapayı doğal sanmaktan kaçınmalıyız. Üstün insanlarda doğallığın özünü oluşturan şey, doğalla yapay arasındaki uyumdur.
İhtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz insanca bir / davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil, arzulanır bulduğumuz şeyleri istemek de insancadır. Hastalıklı olan, gerekli olan ile arzulanır olanı aynı şiddetle arzu etmek, kusursuzluk özlemi yüzünden, ekmeksiz kalmış gibi acı çekmektir. Romantizm hastalığı budur işte: sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi Ay a göz dikmek.
Romantiklerin iyi bir örneği olduğu, şu çok bireyselleşmiş, etkileyici insanı, ben de kendi hesabıma birçok kez düşlerimde yaşamayı denedim; ve her seferinde, sırf böyle bir kişiyi yaşamayı düşününce bile gülmekten karnıma ağrılar girdi. Sonuçta her sıradan insan, talihin yüzüne gülmesini düşler; romantizm de her birimizin günlük yaşam alanından başka bir şey değildir; ne var ki çevrilmiş, baş aşağı edilmiş haliyle.
Kafamızı karıştırmaktan başka işe yaramayan bu kandırmacalara gülüp geçen biri olarak ben bile kendimi kaç kez, ünlü olmanın ne kadar hoş, pohpohlanmanın ne kadar güzel, bir başarı elde etmenin ne kadar heyecan verici olacağını düşlerken yakalamışımdır! Ne var ki kendimi o doruklara gerçekten tünemiş olarak göremiyorum bir türlü, Aşağı Şehir’in sokakları gibi hep yanı başımda olan öteki ben’in kahkahası kulaklarımda çınlayıveriyor hemen. Şöhrete mi kavuşmuşum?
Nasıl yaşadıysam öyle öleceğim, kenar mahallenin birinde, bir eskicide, alıcısı bulunamamış mektuplara düşülmüş notların arasında kiloyla satılacağım.
Hiç olmazsa, düş kırıklıklarımın zaferini büyük bir düşün zaferiymiş gibi götürebilsem her şeyin belki de o sonsuz çöküşüne, hiçbir şeye inanmamanın görkeminiyse bir bozgun sancağı gibi taşıyabilseydim – ne yazık ki çok narin eller tutacak bu sancağı, ama daha zayıfların kanında ve çamurda sürüklenecek… Her şeye rağmen, biz kımıldayan kumlara batarken gene de yücelerde dalgalanacak bu sancak – ve kimse bunun bir protesto mu, bir meydan okuma mı ya da umutsuzluk mu olduğunu bilmeyecek… Kimse bilmeyecek, çünkü bu ölümlü dünyada kimse bir şey bilmez ve kumlar hiç sancağı olmayanlar gibi, sancak dikenleri de yutar.
Ve kumlar her şeyi örtecek – yaşamımı, yazılarımı, sonsuzluğumu. Bozguna uğramamın bilincini götürüyorum yanımda, bir zafer sancağı gibi.
Gönlüm romantiklerden yana olsa da, ancak klasikleri okuduğumda huzur bulabiliyorum. Hatta sahip oldukları birikimi ortaya koyan sınırlılıkları bile bana adını koyamadığım bir avuntu veriyor. O yapıtlar, sonsuz bir hayat düşündürüyor bana neşeyle, engin boşlukları kat etmeksizin seyreden bir hayat. Pagan tanrılar bile orada gizemlerinin yorgunluğunu atarlar.
Okuyorum ve işte özgürüm.
Ölürcesine okuyorum. Ve klasiklerin, sakinlerin, acı çekseler bile bunu asla söylemeyenlerin, bana kendimi kutsal bir yolcu gibi hissettirenlerin dünyasında – işte onların dünyasında kendimi kutsanmış bir hacı, amaçsız dünyanın nedensiz seyircisi, çekip giderken, hüznünün son sadakasını son dilenciye veren Büyük Sürgün Prensi gibi hissediyorum.
Şirketin her zaman bir yerleri ağrıyan en büyük hissedarı, bilmem hangi hastalığı ona biraz soluk aldırır aldırmaz, nereden aklına estiyse, büro çalışanlarının topluca fotoğraf çektirmesini istedi.
Fotoğrafta haliyle önce kendimi aradım, gördüğümde de gerçek, beni şoka uğrattı. Dış görünüşüm hakkında hiçbir zaman iddialı olmamışımdır, ama kendimi, hele de her zamanki halleriyle yan yana dizilmiş varlıkların ezbere bildiğim yüzleriyle kıyasladığımda yüzümü, hiç bu fotoğraftaki kadar berbat görmemiştim. Kaba saba bir Cizvit papazından farkım yok. Etsiz ve ifadesiz suratımda, beni, öteki yüzlerin durgun sularının üzerine çıkartacak hiçbir zekâ, canlılık ya da adını koyamadığım bir şeyin belirtisi yok. Durgun sular mı dedim – yo! Aralarında gerçekten ifade taşıyan yüzler var.
Ve o, Moreira! Şefim Moreira, tekdüzeliğin, değişmezliğin özeti olan o adam, benden bin kat daha hayat dolu! Büroda ayak işleri yapan çocuğun bile –bunu söylerken hissettiğim duygunun kıskançlık olmadığına kendimi ikna edebilsem keşke– belirgin hatları, içten gülüşüyle anlamsızlığıma, hediyelik sfenkslerinkinden geri kalmayan değersizliğime fark atıyor.
Bütün bunların anlamı ne? Basit bir fotoğraf kâğıdının sıfır hata payıyla ortaya serdiği gerçek, nedir? Soğuk bir objektifin tanıklık edebildiği bu gerçek, hangi gerçek? Ben kimim ki böyleyim? Oysa… Ama herkesi böyle aşağı görmek de ne oluyor!
“Çok iyi çıkmışsınız,” dedi birden, Moreira. Ve pazarlamacıya dönerek ekledi: “Sevgili dostumuz tam kendi gibi çıkmış, öyle değil mi?” Öteki de dostça bir iyi niyetle onu onayladı, beni kaldırıp çöpe atsa daha iyiydi.
Ve bugün, şimdiye kadar nasıl bir hayat yaşadığımı kendimi sepet içinde, banliyö trenlerinde taşınan bir hayvan gibi hissediyorum.
Çevremizi saran ortam, eşyanın ruhudur. Her şeyin kendine özgü bir dışavurumu vardır ve bu dışavurum ona kendi dışından gelir. Her şey, üç eksenin kesişmesinin bir sonucudur, o şeyi o kesişme yaratır: kararınca madde, bizim onu yorumlama biçimimiz ve içinde bulunduğu ortam. Üzerinde yazı yazdığım bu masa bir tahta parçasıdır, ama aynı zamanda masadır, bu odadaki mobilyalardan biri. Masanın bende uyandırdığı izlenimi aktarmak istesem, yapacağım tarifte onun ağaçtan yapıldığı, benim bu nesneye masa dediğim, ona birtakım amaçlar, belli kullanım şekilleri yakıştırdığım, yakınında ve üstünde yer alan nesnelerin ona kendi dışında bir ruh kazandırdığı, onu dönüştürerek onda yansıdığı, içine sızdığı düşünceleri yer alacaktır. Masaya verilmiş olan, bugün solmuş renk bile, üzerindeki lekelere ve çiziklere varıncaya kadar – bütün bunlar, bunu bir kenara yazalım, masaya dışarıdan gelen şeylerdir ve ona bir ruh kazandıran da özünü oluşturan tahta parçasından çok bunlardır. Ve bu ruhun en özel yanı: Bir masa oluşunu, yani kişiliğini de ona kazandıran gene dışarısıdır.
Dolayısıyla, cansız olduğunu düşündüğümüz şeylere bir ruh mal etmek – hem insani, hem de edebî açıdan– bir hata sayılmaz. Bir şey olmak, üzerine bir şeylerin mal edilmesi demektir.
Düşlerimin verdiği hevesle, ne zaman günlük hayatımın seviyesini aşan büyük niyetler edinsem ve bir an için, salıncakla en tepeye çıkmış bir çocuk gibi kendimi yükseklerde hissetsem – her defasında o çocuk gibi parkın zeminine inmek, savaş sancağını dikmeden, kılıcımı kınından çıkarmaya derman bulamadan bozgunu kabul etmek zorunda kalmışımdır.
Sokaklarda rastladığım insanların çoğunun da –sessiz dudak hareketle-
rinden, gözlerindeki huzursuz kararsızlıktan ya da kalabalık içinde yüksek sesle okudukları dualardan seziyorum bunu– sancaksız bir ordunun verdiği bu yararsız savaşa atıldığını hissediyorum. Ve bütün o insanlar, –arkama dönüp o zavallı, o yenik düşmüş sırtlarını seyrediyorum– hepsi, tıpkı benim gibi tanıyor olmalılar o büyük, o iğrenç bozgunu, çamurun ve sazların içinde kaybolmuş, ama göllerin şiirini bilmeyen, kıyıları yıkayacak ay ışığından yoksun bozgunu – içler acısı, küçük adamların bozgununu.
Hepsinin aynı benim gibi, coşkulu ve hüzünlü bir ruhu var. Öyle iyi tanıyorum ki onları! Mağazalarda çalışanlar, bürolarda ayak işlerini yapanlar ya da küçük tüccarlar; onların dışında, ben ben diye konuşurken kendilerinden geçen, bencil sessizlikleriyle doyan, saklayacak hazinesi olmadığı halde cimri, kafe kuşları var. Ama hepsi birer şair
–zavallılar!– ve gözümün önünde, benim de onların karşısında yaptığım gibi, ortak densizlik yükümüzü sürüklüyorlar. Hepsinin geleceği, benimki gibi, geride kalmış.
Sarhoş olduğu için değil, düşlere daldığı için sendeliyor. Dikkatini var olmayana vermiş; hala bir umudu var belki.
Tanrılar hayallerimi değiştirsin; ama hayal kurma yeteneğime el sürmesin.
Aklımdan bunları geçirirken, yaşlı adam dikkatimin alanının dışına çıkmış. Gözden uzaklaşmış. Pencereyi açıp etrafı kolaçan ediyorum, ama boşuna. Kaybolmuş. Benim açımdan, görsel bir simge olarak görevini tamamladı: İşi bitti, sokağın köşesini döndü. Biri çıkıp bana onun mutlak bir köşeyi döndüğünü ve zaten asla burada bulunmadığını söylese, pencereyi kapamak için yaptığım hareketle kabul ederim bunu.
Başarmak? ..
Kendilerine güzel cümlelerle ve soylu niyetlerle imparatorluklar kuran, ama bunu yaşamak için başını sokacak bir yeri, kamını doyuracak ekmeği olmayan, dükkan arkalarında kalmış zavallı Yarı-tanrılar! Komutanlarının zafer sarhoşluğuna kapılarak ortada bıraktığı bir ordunun birliklerine benzer bu insanlar; ve durgun sularda, bataklıklarda kaybolurlar; hayallerinden geriye, büyüklük kavramından, o orduya ait olmanın anısından ve ‘Yüzünü zaten hiç görmedikleri- generallerinin ne yaptığını bile bilmemelerinden doğan boşluktan. başka bir şey kalmaz
silkelenmesi unutulmuş bir masa örtüsüne yapışmış bir ekmek kırıntısı gibi.
O insanlar, baştan savma temizlenmiş mobilyaların çatlaklarını dolduran tozlar gibi, günlük hayatın boşluklarını doldurur. Sıradan günlerin alelade ışığında, pas rengine çalan maun ağacında, grimsi kurtçuklar gibi parlarlar. Birileri eski bir çiviyle çıkarıp atar onları oradan. Ama kimse bu işi gönüllü yapmaz.
Büyük hayaller kuran zavallı yoldaşlarım benim; sizlere o kadar özeniyor, sizleri o kadar hor görüyorum ki! Kendimi ötekilere daha yakın hissediyorum –en yoksul olanlara, kendilerinden başka hayallerini anlatacak, yazıyor olsalar adına dizeler yazacak kimsesi olmayanlara–, kendi ruhlarından başka edebiyat ya da […] kitap bilmeden, kişiyi yaşama yetkisi veren o bilinmez, aşkın sınavdan geçmeksizin, sırf var olmaktan boğularak ölen o zavallılara.
İçlerinde, bir eski zaman sokağının köşesinde, bir vuruşta beş kişiyi yere yıkan kahramanlar var. Var olmayan kadınların bile direnmeye cüret edemediği Don Juan’lara da rastlayabilirsiniz. Kendi söylediklerine, söyledikleri anda inanır onlar, hatta belki de kendilerini inandırmak için söylerler. Evet […], bu büyük kahramanlar, başka nasıl bilinirse bilinsinler, birer insandır.
Bir kazanda kaynayan yılan balıkları gibi kıvrılıp bükülerek üst üste yığıldıklarını görüyorum. Ama, içinde kaynadıkları kazanın tutsağı olmuşlar. Gazeteler onlardan söz ediyor, ara sıra… ama kazandıkları zaferden, asla.
Mutlu insanlar onlar, çünkü salaklığın büyüleyici hayal gücü bahşedilmiş. Ama ya benim gibi, yanılsamasız düşleri olanlar […]
Istırap molası
Ey okurlar, mutlu olup olmadığımı soruyorsanız, cevabım hayırdır.
Utangaçlık asil bir huydur, ne yapacağını bilememek övünülesi, yaşama
becerisinden yoksun olmak ise insanı yücelten bir özelliktir.
Can Sıkıntısı denen uzaklaşma ve Sanat denen küçümseme, bizim …
[yaşamımıza] doyuma benzer bir şeyin parlaklığını verirken… Çürümüşlüğümüzden doğan bu zayıf pırıltılar, hiç olmazsa, karanlıklarımızın ortasında bir ışıktır.
Sadece acı bizi büyütür, acının göğsünde bekleyen sıkıntı, tıpkı eski kahramanların torunları gibi bir simgeye benzer.
Ben, genellikle kendi derinliklerimde bile henüz tasarlanmamış eylemlerin, dudaklarımı uzatırken aklıma bile getirmediğim sözcüklerin, tamamına erdirmeyi umursamadığım hayallerin kuyusuyum.
Ben, tam inşası sürerken inşa edenin düşünmekten bıktığı, oldum olası kendi yıkıntısından başka bir şey olmamış bir yapının yıkıntısıyım.
Yalnızca zevk aldıkları için zevk alanlardan nefret etmeyi, neşelerini paylaşmayı beceremediğimiz için neşeli insanları hor görmeyi ihmal etmeyelim sakın… Bu sahte küçümseme, bu bayağı kin altındaki toprakla kirlenmiş, kaba saba bir kaideden başka bir şey değildir; üzerinde Sıkıntımızın benzersiz, kibirli heykeli yükselir, yüzü sırrına erilmez bir gülümsemeyle kuşatılmış, karanlık bir figürdür o.
Ne mutlu yaşamlarını kimseye emanet etmeyenlere.
Sıradan insanlığa karşı fiziksel bir tiksinti duyuyorum; zaten olan tek insanlık bu. Bazen de, tiksintiyi iyice çoğaltmaya heveslenirim, kusma isteğimizi zorla kusarak yatıştırdığımız gibi.
Ve hep aynı cümleler, aynı sırayla birbirini izler: “Ondan sonra bana dedi ki…” sırf ses tonundan bile entrikayı ne kadar sevdiği anlaşılmaktadır. “Mademki o değil, öyleyse sen…” ve karşılık veren seste benim duymaz olduğum bir protesto vardır. “Söylemişsin, tamam, söylemişsin işte…”, oysa terzi kız, tiz bir sesle itiraf etmektedir: “Annem… istemiyormuş…” “Kimi, beni mi?” ve yağlı kâğıda sarılmış lunch’ını koltuğunun altında taşıyan delikanlının şaşkınlığı beni kandıramadığı gibi, o donuk sarı saçlı, pasaklı kızı da kandıramamaktadır muhtemelen. “Anlaşılan o ki…” ve yanımdan geçen üç genç kızın kıkırdaşması müstehcen bir şeyleri [gizler]. “Bunun üzerine, herifin karşısına dikilip suratının tam ortasına – tam ortasına, ha, José!” ve zavallıcık yalan söylemektedir, çünkü, servis şefi (ses tonuna bakılırsa, rakibi servis şefinden başkası olamaz) o gladyatörün, işyerinin tam ortasında ve sekreterlerin önünde kendisine el kaldırmasına izin vermiş olamaz. “Ben de gidip tuvalette sigara içtim…” ve velet gülmekten pis donuna edecektir neredeyse.
yazarak kendime söylemeye bile cüret edemiyorum, niyetlensem bile yazmamla üstünü çizmem bir olur. Cüret edemiyorum, çünkü bilerek kusacaksan, bunu sadece bir kez yapacaksın.
“Herifte öyle bir göbek vardı ki, merdiveni bile göremedi!” Başımı kaldırıyorum. Bu genç adam, hiç olmazsa birini tarif ediyor ve bu tiplerin tarif etmeleri, hissettiklerini söylemelerinden daha iyidir, tarif ederken insan kendini unutur. İğrenmem geçiyor.
Entrikalar, dedikodu, yapılması akıldan bile geçmemiş şeylerin allanıp pullanarak anlatılması, bu kıyafetler giyinmiş, zavallı hayvanların ruhlarının bilinçsiz bilincinden çekip çıkardıkları doyum, incelikten yoksun cinsellik, cilveleşen maymunları hatırlatan şakalar, korkunç bir şekilde, zerre kadar önem taşımadıklarını bilmeyişleri… Bütün bunlar, düşlerin istemsizliğinde, arzunun ıslak kırıntılarından, duyguların çiğnenip atılmış artıklarından yoğrulmuş, iğrenç, korkunç bir hayvanı canlandırıyor gözümde.
İnsan ruhunun bütün ömrü, loş ışıktaki kıpırdanmakla geçer. Bilincin yarı karanlığında, olduğumuz ya da olduğumuzu varsaydığımız şeye asla uyum sağlayamadan yaşarız. En iyilerimiz bile içinden bir şeylerle övünür, oysa bakış açımızda bile tam ölçemediğimiz bir hata vardır. Bir gösteride verilen arada olup biten bir şeyiz biz; kimi zaman bazı kapıların ardında, belki yalnızca dekorun bir parçası olan nesnelere gözümüzün iliştiği oluyor. Koca dünya, gecenin içinde kaybolan sesler gibi karmakarışık.
Hayatımı döktüğüm, hem de sırf onlar için var olan bir açık yüreklilikle bunu yaptığım bu sayfalar var ya, onları yeniden okudum ve şimdi kendimi sorguluyorum. Bütün bunlar nedir, neye yarar? Bir şeyler hissettiğim zaman kimim ben? Var iken, ölmekte olan hangi şeyim?
Bir vadide yaşayan varlıkları çok yüksekten ayırt etmeye çalışan bir insan gibi, bir doruktan kendimi izliyorum. Her şeye rağmen, karmakarışık, bulanık bir manzarayım ben.
Ruhumda bir uçurumun açıldığı bu saatlerde, en küçük bir ayrıntı, bir veda mektubu gibi bunaltır beni. Hep uyanacak gibi olurum, kendi kendimin zarfıyımdır adeta, imzalar beni boğmaktadır. Haykırdığımı duyan olsa, haykıracağım. Ne var ki kimi duygulardan daha başka duygulara bir bulut kafilesi gibi ilerleyen, derin bir uykudayım – gölgeli geniş çayırlara yeşiller, güneşler serpen bulutlardan bir kafile.
Gören de der ki, el yordamıyla saklı bir nesneyi aramaktayım, ne nerede olduğunu biliyorum, ne de biri çıkıp ne olduğunu söylemiş. Hiçkimse ile saklambaç oynuyormuşuz. Bir yerlerde bizi aşan bir oyun varmış, yalnızca sesini duyduğumuz, şekilsiz bir tanrı.
Hepimizde kendini beğenmişlik var ve bu, başkalarının da var olduğunu, onların da bizimkine benzer bir ruha sahip olduğunu unutturuyor bize. Benim kendimi beğenmişliğim ise, şu üç beş sayfadan, bazı pasajlardan, bazı sorulardan ibaret…
ünkü kusursuzluk ağlamaktan, dolayısıyla yazmaktan bile alıkoyardı beni. Kusursuz olan, kendini belli etmez.
Ah, nasıl da isterdim hiç olmazsa bir ruha biraz zehir, huzursuzluk, şaşkınlık katmayı. İçinde yaşadığım keşmekeşin boşluğuna karşı bir teselli olurdu bana. İnsanları yoldan çıkarmayı hayatımın amacı olarak benimseyebilirim. Ama sözlerimin karşısında titreyen tek bir ruh var mı? Beni duyabilecek tek bir varlık var mı, benden başka?
ve mutluluk oyunu oynayan yoksul çocuklar gibi, ekmek kırıntılarına pasta diyerek yaşarız.
Uygarlık, bir şeye uymayan bir ad vermekten, sonra da oturup bunun sonuçları üzerinde hayal kurmaktan ibarettir.
Hammadde hep aynıdır, ama sanatın yarattığı biçim, o şeyin aynı kalmasına engel olur.
İçimde canımı yakan, adını bilemediğim bir duygu var; kim bilir ne hakkında bir fikir lazım bana; sinirlerimde istek yok. Bilinçaltında hüzünlüyüm.
Bu kahvede sandviçleri sardıkları beyaz kâğıdı –daha iyi bir kâğıt olmasa da olur, hepsi işimi görür, yeter ki beyaz olsun– yavaş yavaş, ucu kütleşmiş bir kurşun kalemle (kalemi açacak duygusallık yok bende), ağır ve yumuşak çizgilerle dolduruyorum. Kanaatime göre, doymuş durumdayım. Rahatça arkama yaslanıyorum. Gün, hırçın ve belirsiz bir ışığın içinde batıyor, tekdüze ve yağmursuz olarak… Yazmayı bırakıyorum, çünkü yazmayı bırakıyorum, hepsi bu.
organik her olay benim için bir zevk kaynağıdır.
Bilmem bu şehir bahçelerinin özünde ne gibi bir tuhaflık, yoksulluk vardır ki, ancak kendimi iyi algılayamadığımda iyi algılarım onları. Bir park, uygarlığın özeti – doğanın ismi bilinmeyen birileri tarafından değiştirilmesidir. Bitkiler basbayağı mevcuttur, ama yollarla kuşatılmışlardır. Parkta da ağaç yetişir, ne var ki gövdelerinin dibine banklar konmuştur. Şehrin dört bir yanına –burada küçük bir meydandan ibarettir şehir– doğru uzayıp giden dizilere bakıldığında, banklar daha büyük görünür ve hemen hiç boş kalmazlar.
Çiçek öbeklerinin düzeni bana hiç batmaz. Benim nefret ettiğim, bu düzenin herkese açık olması. Bu öbekler, etrafı duvarlarla çevrili parkların içinde bulunsaydı, yeşil dalların arasında feodal yapılar yükselseydi, o bankların üzerine kimse oturmasaydı, o bahçeleri yararsızca seyretmekte bir teselli bulabilirdim. Ama burada, şehrin göbeğine tespih gibi dizilmiş, ne yazık ki bir işlevi olan bu halk bahçeleri bana göre birer kafestir; içinde ağaçlardan ve çiçeklerden doğan renkli düşlemlerin yalnızca düşlemleri özleyecek, hapsolacak kadar yere, ruhsuz bir güzelliğe sahip olduğu birer kafes.
Ama bazı günler tam da bu manzara bana uyuyor, hatta trajikomedi oynayan bir figüran gibi ben de içine dahil oluyorum. Kendimi aldatmış oluyorum tabii, ama hiç olmazsa öyle ya da böyle, daha mutlu hissediyorum. Bir an dalgınlığıma gelip gerçekten bir eve, beni bekleyen bir yuvaya sahip olduğumu hayal edebilirim. Bir unutuş anında, kendimi tepeden tırnağa normal bulabilirim, gayet belirli bir yazgım varmış, bir başka elbiseyi fırçalayabilir ve bir gazeteyi baştan sona okuyabilirmişim gibi hissedebilirim.
Bütün yanılsamaların ve yanılsamaların taşıdığı her şeyin verdiği yorgunluk aynı yanılsamaların yitirilmesi, onlara sahip olmanın gereksizliği, onlara önce sahip olup sonra kaybetmenin peşin bezginliği, sahip olmuş olmanın ıstırabı, sonlarının böyle olacağını bile bile onlara sahip olmuş olmanın entelektüel utancı.
Yaşamın bir bilinci olmadığının bilincinde olmak, aklın en eski yükümlülüğüdür. Bilinçsiz akıllar vardır –elle tutulmaz zekâ parıltıları, düşünce akımları, gizemler ve felsefeler–, bunlar, refleksler ya da böbreklerin pislikleri dışarı atması gibi kendi kendine işler.
Var olmazken ne olacağımı anlatan bir tür ön nevroz, bedenimi ve ruhumu üşütüyor; gelecekteki ölümümün bir anısı bu adeta
ve hissetmeyeceğim şeyin soğukluğu, şimdiki yüreğimi sıkıştırıyor.
Başka bir erdemim yoksa da, hiç olmazsa özgür bırakılan duyguların
getirdiği sürekli yenilenme hali var.
Bugün Rua Nova do Almada’dan aşağı iniyordum ki gözüm birden, tam
önümde yürüyen bir adamın sırtına takıldı. Herhangi bir insanın sıradan sırtıydı gördüğüm; sokaktan geçen birinin rasgele gözüme takılan gösterişsiz takım elbisesinin ceketi. Sol kolunun altına eski bir çanta sıkıştırmıştı, sağ eliyle kıvrık sapından kavradığı kapalı bir şemsiyeyi de, yürüyüşünün temposuna göre yere vuruyordu.
Birden, o adama karşı içimde sevgiye benzer bir şeyler uyandığını hissettim, insanların ortak özelliği olan niteliksizliğin karşısında, işine giden bir aile reisinin sıradan günlük yaşamı, iddiasız ve neşeli yuvası, kaçınılmaz olarak hem neşeli, hem hüzünlü zevkleri barındıran hayatı, hiçbir şeyin nedenini merak etmeksizin safça yaşayıp gitmesi karşısında, kısacası, önümde duran bu giydirilmiş sırtın tamamen hayvani doğası karşısında doğmuştu bu duygu.
Uyuyan herkes çocukluğuna döner. Belki de bu yüzden, yani uyurken yaşadığımızın bilincinde olmadığımız için, kimseye kötülük de yapamayız
Uyuyan bir insanı öldürmekle bir çocuğu öldürmek arasında büyük bir fark görmüyorum.
Bu adamın sırtı da uyuyor işte. Benimle aynı hızda, önümden yürüyen bu insan tüm varlığıyla uykuya dalmış. Bilinçsizce yürüyor. Uyuyor, çünkü hepimiz uyuyoruz. Hayat bütünüyle düştür. O da bilinçsiz halde yaşıyor. Ne yaptığını, ne istediğini, ne bildiğini kimse bilmiyor.
Ne yapıyor bu kadar insan?
Hepsi aynı bunların; atölye’ den söz eden genç kızlar, işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki tezahürleri, aynı görünmez varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar, ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip olduklarının farkında değiller.
Sıradan insan için, hissetmek yaşamaktır, yaşamayı bilmektir. Ben ise, yaşamak düşünmektir, derim; hissetmek ise düşünmeyi beslemekten başka işe yaramaz.
Tuhaf olan şu ki, büyük heyecanlar duymaya yatkın değilsem de, kendiliğinden bende en çok heyecan uyandıran insanlar, ruhen benimle aynı yapıda olanlardan çok, mizacı benimkine taban tabana zıt olanlar. Edebiyatta klasik yazarların üstüne tanımam, oysa en az benzediklerim de onlardır.
Bir insan benden ne kadar farklıysa, o kadar gerçek geliyor bana, çünkü öznelliğimle bağı daha zayıf oluyor. İşte bu yüzden dikkatle, daima incelemek için, beni çok iğrendiren, kendimi çok uzak hissettiğim o sıradan insanları tercih ediyorum. Onları seviyorum, çünkü nefret ediyorum onlardan. Onları görmekten hoşlanıyorum, çünkü hissetmekten nefret ediyorum. Bir tabloda hayranlıkla seyrettiği manzaraların içine girince, genellikle hiç rahat edemez insan.
Öylesine karaladığım şu birkaç söz, güneşin São Pedro de Alcântara düzlüğünden başlayarak her yeri kucaklayan ışığı altında şehrin manzarasına bakarken geldi aklıma. Ne zaman bu kadar büyük bir alanı kucaklasam ve bedensel kimliğimi oluşturan bir yetmiş boyumdan ve yetmiş bir kilodan kurtulsam, düşün düş olduğunu düşleyenler için alabildiğine metafizik bir tebessüm belirir dudaklarımda, ruhumdaki yücelik, mutlak dış dünyanın gerçekliğini bana sevdirir .
küçücük olup da mutlu olmayı düşünebilmenin tesellisinin silinip gideceği ana dek..
İnsan zenginse daha rahat soluk alır; ünlüyse daha özgürdür; bir asalet unvanınız varsa, küçük dağları yaratmışsınız demektir. Her şey oyun, ama o oyun bile bizim eserimiz değil. Ya kendimiz tırmanmışızdır onun yanına, ya başkaları bizi çıkarmıştır ya da zaten dağın doruğundaki evde doğmuşuzdur.
Bunun tam tersine, vadiyle doruğun göğe uzaklığı arasındaki farkı hiç önemsemeyen biri ne büyük bir insandır.
Gerçek bilge, kasları yükseklere çıkmaya yatkın olan, buna karşılık, dünyaya dair bildiklerinden dolayı, çıkmayı reddeden kişidir.
Hızın zevkini ve dehşetini tatmak için hızlı arabalara ve ekspres trenlere hiç gerek yok. Bana bir tramvay, bir de giderek geliştirdiğim, şaşkınlık verici soyutlama yeteneğim yetiyor.
Tehlike gördüğüm yere adımımı atmam. Tehlikelerden bile bıkmaktan korkarım.
Kimi zaman, gerçekten çalışan, bilimle uğraşan bir gibi kılı kırk yararak, özenle buna benzer metafizik düşünceler ürettiğim oluyor. Daha önce de söyledim, ileride gerçek olabilir bu. Önemli olan, bundan kendime fazla bir gurur payı çıkaramam, çünkü gurur, tarafsız doğruluğa ve bilimsel şaşmazlığa zarar verir.
irademizin ise, avludan geçerken ayağımızla öylesine devirdiğimiz bir su kovasından farkı yoktur.
Bakar ama görmeyiz. Uzayıp giden ve insan denen hayvanlarla canlanan sokak, üzerindeki harflerin hareket ettiği, hiçbir anlamı olmayan, yere yatırılmış bir tabela gibidir. Evler sadece evdir. İnsan, gördüğü şeye anlam verme yetisini yitirmiş, ama var olanları kusursuzca görüyor, evet, orası öyle.
Duyulan şey, can sıkıntısı değil. Acı da değil. Başka bir kişilikle uykuya dalıp – bir de maaş zammı alıp unutmak arzusu bu. Hiçbir şey hissedilmiyor, bedenin en alt bölümünde, bize ait bacakları kaldırımda yürüten, ayakkabılarımızın içinde algıladığımız ayakları irademizin dışında yürüterek ilerleten, bedenin en alt bölümünde, kendiliğinden işleyen bir mekanizma dışında. Belki bu bile hissedilmiyor. Kafamızın içini, gözlerimizin hizasını çepeçevre cendereye alan, sanki kulaklarımıza parmaklarıyla bastıran bir çember var.
İnsanın ruhunun nezleye yakalanması gibi bir durum bu. Ve birden, hastalığın edebiyattaki imgesinden dolayı, hayat, yürümeye hiç ihtiyaç duyulmayan bir tür nekahet dönemi olsun istiyor insan, nekahet fikri de şehrin dış mahallelerindeki evleri akla getiriyor, ama evlerin tam göbeğinde, ocağın yanı başında, sokaktan ve tekerlek seslerinden uzakta olmayı. Hayır, hiçbir şey hissetmiyoruz. Bile bile, uyurcasına, bedenimize laf geçiremiyormuşuz gibi, girilecek kapıyı ıskalayıp duruyoruz. Her şeyi ıskalıyoruz.
Istırap molası
her şey beni yoruyor
Hayatla aramda ince bir cam var. Açıkça görmeme anamama rağmen, dokunamıyorum hayata. Hem zaten, insan üzgünken elini bile oynatamaz.
ve gözle görülen tüm sivri köşeler ruhumun etini örseliyor, baktıkça tüm sert şeyler beni yaralıyor, ki sert olduklarını böyle anlıyorum. Nesnelerin görülen bütün ağırlığı, ruhumun içine çöküyor.
Hayatım dayak yemekle geçiyor sanki.
Sokakta at arabaları tıngırdayıp duruyor – ayrık ve ağır sesler; miskinliğime yakışıyorlar, diyesi geliyor insanın. Öğle yemeği saati büroda kaldım. Biraz kapalı, kapalı, ılık bir gün. O seslerde, günün özelliklerini bulu\yorum, belki sırf uyuşukluğumdandır .
Tek çektiğim sıkıntının şimdi varlığıma dana iyi oturduğu, insanın giysisinin bir yaraya sürtünmesinin kesilmesi gibi.
Havanın hafif bir esintisiyle, bir an için de olsa huzura erebilen bir duyarlık, ne bahtsız bir duyarlıktır! Ne var ki, herkesin duyarlığı bu halde; örneğin durup dururken para kazanmanın ya da beklenmedik bir gülümsemenin, insanların dengesine fazladan bir yük bindireceğini sanmam
Ve aslında bunca şeyin nedeni, sokağın köşesine kadar giden serin esintinin, birden yön değiştirip tenimi okşamış olması.
Bence tarif etmeleri beklenen her şeyi kusursuzca ifade eden bu son kelimeleri yazdıktan sonra, yayımlattığım zaman bu kitabın sonuna, “Yanlışlar” listesinin ardına, bir de “Yanlış olmayanlar” listesi koymak ve şunu belirtmek geldi aklıma: Filanca sayfada yer alan “karışık kargaşa” ifadesi, iki kelimenin de aşağı yukarı aynı anlama gelmesine rağmen doğrudur. İyi ama bunun kafamdan geçenlerle ne ilgisi var şimdi? Hiç ilgisi yok, ama zaten bu yüzden daldım gittim bu düşüncelere.
Meydanın odak noktalarının etrafında, yürüyen kibrit kutularına benzeyen tramvaylar şangırdıyor, homurdanıyor, sanki dev, sarı kibrit kutuları bunlar, sanki çocuklar yelken niyetine bir kibriti eğik olarak üzerlerine oturtuvermişler; madenî bir gıcırtı çıkıyor yola koyulurlarken. Tam ortadaki heykelin çevresinde, rüzgârın birden savuruverdiği kara ekmek kırıntıları gibi güvercinler uçuşuyor. Tombul bedenleri, kısacık ayaklarıyla, minik adımlarla yürüyorlar.
Birden, yapayalnız kalıyorum dünyada. Manevi bir çatının tepesinden seyrediyorum bütün bunları. Dünyada yalnızım. Görmek, uzakta olmaktır. Açıkça görmek, durmaktır. Tahlil etmek, yabancılaşmaktır. İnsanlar bana değmeden geçiyor yanımdan. Etrafımda havadan başka şey yok. Kendimi o kadar tecrit edilmiş hissediyorum ki, üzerimdeki giysiyle aramdaki boşluğu bile algılıyorum.
Hissedileni nasılsa öyle dile getirmek-açıksa açık, kapalıysa kapalı, karmaşıksa, karmaşık olarak; ve dilbilgisinin yalnızca bir araç olduğunu, bir yasa olmadığını aklından çıkarmamak.
konuşmanın söylemek olduğunu anlamış başka biri ise şöyle diyecektir..
Ayrıca, konuşmazdım: Söylerdim.
Dilin nasıl kullanılacağını tanımlayan dilbilgisi, dili tutarlı, ama yanlış bir şekilde sınıflara böler. Örneğin geçişli ve geçişsiz fiilleri birbirinden ayırır, bununla birlikte, konuşmayı bilen her insan sık sık geçişli bir fiili geçişsiz fiile dönüştürmek zorunda kalır; hissettiği bir şeyin fotoğrafını çekmek için yapar bunu; hayvan-insanların çoğu gibi o hissi karanlığın içinde, yarım yamalak görmekle yetinmez. Var olduğumu söylemek istersem, “V arım,” derim. Bireyleşmiş bir insan olarak var olduğumu söylemek istersem, “Ben benim,” derim. Ama kendini yöneten ve oluşturan, kendini yaratmak gibi tanrısal bir işlevi en dolaysız yoldan uygulayan bir zatiyet olarak var olduğumu ifade etmeye niyetliysem, var olmak fiilini, değiştirmeksizin kullanmam mümkün müdür? Bu durumda, azametle dilbilgisi karşıtı, üstün bir varlık mertebesine yükselerek, “Kendimi varım,” derim. Böylelikle, koskoca bir felsefeyi altı üstü dört beş kelimede anlatmış olurum. Hiçbir şey anlatmayan kırk cümleden daha iyi değil midir bu? Felsefeden ve sözlü ifade yetisinden daha fazla ne beklenebilir?
Hissettiklerini düşünmeyi bilmeyenler, bırakalım dilbilgisine uysunlar. İfadelerine hâkim olanlar ise tam tersine, dilbilgisinden kendi bildikleri gibi yararlansınlar.
Ne olduğunu söyleyebilen her insan, kendi çapında Roma imparatorudur. Fena ünvan değil doğrusu; insan olmak, kendini var etmesini bilmektir.
Tanıdığım ya da ismen bildiğim onca insanın ürettiklerini ya da en azından bitmiş, belli bir hacme ulaşmış düşündüğümde, belli belirsiz bir kıskançlık uyanıyor içimde, küçümsemeyle karışık bir hayranlık, karmaşık duyguların yarattığı tutarsız bir melankoli.
Herhangi bir şeyi gerçekleştirip bitirmek, bir sonuca ulaştırmak (ister iyi, ister kötü – hem zaten sonuçlar hiçbir zaman tamamen iyi değilse de,
genellikle salt kötü de olmaz), evet, tamamlanmış bir şey ortaya koymak denince en yoğun hissettiğim duygu, kıskançlık. Bir çocuğa benzetebiliriz bunu: Bu şey her insan gibi kusurlu, ama bize ait, tıpkı çocuklarımız gibi.
Üzerimden hiç ayırmadığım eleştirel bakış yüzünden eksikliklerinden, kusurlarından başkasını göremeyen; çiziktirmeye cüret ettiği parça buçuk yazılardan, pasajlardan, var olmayandan alıntılardan öteye geçmeyen biri olarak, kaleme aldığım üç satırlık şeyle, ben de kendi hesabıma kusurluyum. Dolayısıyla, kötü de olsa, yapıt yapıttır deyip ortaya bitirilmiş bir iş koysam ya da tek kelime etmesem
Merak ediyorum, acaba hayattaki her şey, her şeyin yozlaşmış hali midir, diye. Var olmak bir yaklaşıklık hali, bir şeyin bir önceki günü ya da aşağı yukarı o şey, olmak mıdır?
birbirini tamamlayan ya da- dışlayan tüm büyük tasarıların pek çok farklı yöne sapmasından doğmuştur, bu tasarıların başarısızlıkla sonuçlanması, başarısızlığı yaratan çağın da yaratıcısı olmuştur.
evrenin anlaşılamazlığını tespit etmiş olmak bize yetmeli; onu kavramaya çalışmak bir insandan daha azı olmak demektir, çünkü insan olmak, zaten evrenin anlaşılamayacağını bilmek anlamına gelir.
İnancı, hiçbir yerden düşmemiş bir tepsinin içinde, sıkıca bağlı bir paket gibi veriyorlar. Paketi almam isteniyor, ama açmaksızın. Bilim, bomboş bir kitabın sayfalarını açmam için tabak içinde uzattıkları bir bıçak. Kuşkuyu bir kutunun dibindeki toz gibi uzatıyorlar; iyi ama, içinde tozdan başka bir şey yoksa o kutuyu neden önüme sürüyorlar ki?
Gerçekliği anlatan o büyük lafları, duyduğum heyecanın ihtiyaçlarına göre kullanıyorum. Rengi belli, karşı konulmaz bir heyecan içindeysem, su içercesine Tanrılar derim, böylelikle heyecanımı çok boyutlu bir dünya bilinciyle bütünleştirmiş olurum. Heyecanım daha derinse, doğal olarak Tanrı’dan söz eder, bu kez de onu tekil bir bilincin içine saklamış olurum. Eğer söz konusu heyecan bir düşünceyse, o durumda doğal olarak Yazgı’dan dem vurur ve onu çıkış yolu bırakmaksızın köşeye sıkıştırmış olurum.
Bazen, sırf cümlenin ritmi bozulmasın diye Tanrılar değil de “Tanrı” demek gerekir; kimi zaman da “Tanrıların” sözcüğünün dört hecesini kullanmak kaçınılmazdır, bu durumda başka bir söz âlemine geçmiş olurum; kimi zaman da tam tersine, içimizdeki bir uyağın kaprisleri, ritimdeki bir bozukluk, ani bir coşku kendini zorla kabul ettirir – kaçınılmaz olarak ya çoktanrıcılık ya da tektanrıcılık gelir bunun ardından, ben de kâh birini, kâh ötekini tercih ederim. Tanrıların varlığını üslup belirler.
bir yaz gecesi kadar sınırsız bir boşluk çizen
Bir göğüs, bir beşik ya da boynumu saran ılık bir kol… Usulca şarkı söyleyen bir ses – beni ağlatmak istercesine… Şöminede yanan ateşin çıtırtısı… Kışın bağrındaki o sıcaklık… Bilincimin ılık, başıboş akışı… Sonra, sessizce, uçsuz bucaksız bir boşlukta, yıldızların arasında süzülen ay misali bir uyku…
Duyular sokağına
Üstün bir insana yakışan yegane tavır, yararsız oldu bildiği bir işi inatla sürdürmek, sonuç vermeyeceğinin farkında olmasına rağmen disipline ayak uydurmak ve zerre kadar önem vermediği felsefi ve metafizik düşünce kıstaslarına sıkı sıkıya sarılmaktır.
En iyisi, evet en iyisi, seven ve bilmeyen salyangoz insan ya da iticiliğinin farkında olmayan sülük olmak ve öyle kalmak. Bilmemek hayatımız olsun! Hissettikçe unutalım!
Şehrin hemen dışındaki bir duvarın üzerinden kırlara şöylece bir bakınca, bir başkasının upuzun bir yolculukla erişebileceğinden çok daha eksiksiz bir özgürlüğe kavuşuyorum. Her bakış açısı, baş aşağı duran, tarife sığmaz bir tabanı olan bir piramidin tepe noktasıdır.
Bugün beni gülümseten şeylere müthiş öfkelendiğim bir dönem oldu. Her seferinde beni bir kez daha şaşırtan, aktif insanların, gündelik hayatın içinden olanların şairlere ve sanatçılara ısrarla gülümseyip geçmesi, bunlardan biri.
Bunlar vaktiyle sinirlendirirdi beni, çünkü her naif insan gibi (o zamanlar ben de naiftim), düşler ve sözler peşinde koşan şairlere yönelen bu gülümsemede, alttan alta bir müstehzilik sezerdim. Aslında bunu ele veren tek şey, gülümserken dilin hafifçe şaklatılması. Eskiden şairlere karşı bir üstünlük duygusunu açığa vuran bir hakaret olarak gördüğüm gülümsemeyi, şimdi bilinçsiz bir soru olarak kabul ediyorum: Yetişkinlerin çoğunlukla onlardan daha keskin zekâlı olduğunu kabul etmesi gibi, bazı insanlar da düş kurup dillendirmeyi bilenler olarak bizim karşımızda çözemedikleri, bundan dolayı korktukları, farklı bir duyguya kapılıyorlar. İçlerinden en akıllıları, zaman zaman bizim üstünlüğümüzü anlar gibi oluyor galiba: İşte o zaman o küçümseyen havayla gülümsüyorlar, üstünlüğümüzü sezdiklerini saklamak için.
Ne var ki, sanatçı ve şair olarak bizi üstün kılan, pek çok hayalcinin kendilerindeki temel özellik olarak kabul ettiği şey değildir. hayalcinin eylem insanına olan üstünlüğü, düşün gerçeklikten üstün olmasından kaynaklanmıyor. Mesele düşlemenin yaşamaktan katbekat daha rahat ve kolay olması; dolayısıyla, hayalci, eylem insanına kıyasla hayattan çok daha büyük, çok daha zengin bir zevk alır. Lafı dolandırmadan, daha açık konuşacak olursak, asıl eylem insanı, hayalcidir.
Hayatın temel olarak zihindeki bir durum olduğunu, edimlerimizin ya da düşüncelerimizin de takdir ettiğimiz kadar değere sahip olduğunu göz önüne alacak olursak, bir şeyin değerlenmesi sadece bize bağlıdır. Aslına bakacak olursak, hayalci vaktini para basarak geçirir, üstelik piyasaya sürdüğü paralar hem kendi akıl diyarında, hem de gerçekliğin memleketlerinde geçerlidir. Ruhumun banknotlarının altın karşısında değeri yoktur, ama bunu pek umursamıyorum, çünkü hayatın hayalî simyasında altın asla bulunamayacaktır.
Baştan beri sadece hayalci olmayı istedim. Yaşamaktan bahsedenleri yarım kulak dinledim. Olduğum yerde olmayana, asla olamadığım şeye ait oldum hep. Ne kadar değersiz olursa olsun, ben olmamak kaydıyla her şeyi şiirsel buldum. Ben, bir tek hiçlik’i sevdim. Düşünü bile kuramayacaklarımı arzuladım sadece. Hayat akıp gittiğini hissettirmeksizin, bana şöyle bir değip geçsin istedim. Aşktan tek dileğim, uzak bir düş olarak kalmasıydı. Tamamen gerçekdışı olan gönlümdeki manzaralarda bile hep uzaklar cazip geldi, gittikçe silinerek neredeyse ufka dek uzanan su kemerlerinde, manzaranın geri kalanında olmayan bir düş dinginliği vardı; işte bu dinginliğin hatırına sevdim onları.
hep yarım bir varlığa sahip.
Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken, yol kenarına atılmış çocukluğumun cesedine ağlarken hissettiklerim…
Şu yazdığım kâğıttan başımı kaldırıyorum… Vakit henüz erken. Daha yeni öğle olmuş, günlerden pazar. Yaşamanın verdiği mutsuzluk, bilinçli olma hastalığı bedenimin tüm zerrelerine işliyor, beni bunaltıyor. Huzursuz ruhlar için adacıklar, herkesin keşfedemeyeceği, düşlerine hapsolmuş ruhlara özel, kocamış ağaçlarla çevrili yollar olsa! Ne zor iş, yaşamaya, az da olsa kıpırdanmaya mecbur olduğumu bilmek, hayatta benim dışımda, benim kadar gerçek başka insanların olduğu gerçeğinin üzerime gelmesine ses çıkaramamak. Mecburen oturmuş, ruhum muhtaç diye, bunca şeyi yazıyorum – ve bunu bile yalnızca düşlemekle, kelimelere, bilince başvurmadan, silikleşmiş, ezgili yeni bir ben yaratarak ifade etmekle yetinemiyorum, oysa içimdekileri gerçekten dillendirdiğimi hissedebilsem gözlerim dolardı, kendi benliğimin yamaçlarından usulca, büyülü bir ırmak gibi akardım, bilinç dışına, Tanrı dışında hiçbir anlamı olmayan uzaklara doğru.
Baştan beri, duygulara sahip olma bilincim, duyguların kendisinden daha
yoğun olmuştur bende. Bilincinde olduğum acılardan çok, acının bilincimdeki yansıması canımı yakmıştır.
Heyecanlarımın hayatı, ilk başta düşüncenin salonlarına yerleşmeyi tercih etmişti, ben de hayata dair duygularımla öğrendiğim şeyleri, en iyi o mekânlarda yaşadım.
Buna karşılık düşünce heyecanı misafir ederken, ondan daha kaprisli davrandığından, hissettiklerimi yaşamak üzere seçtiğim bilinç rejimi hissediş tarzımı gündelik hayata daha uygun, daha etkili ve yüzeysel hale getirdi.
Bana ait olmayan izlenimlerle yaşıyorum, reddedişlerle tüketiyorum kendimi. Kendim olma tarzımla bile bir başkasıyım.
Yaşamak, bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır: Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün anımsamaktır yalnızca, artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır.
Akşamdan sabaha karatahtada ne varsa silmek, her an dirilen bir heyecanla, her şafakta yenilenmiş olarak kalkmak – olmayı ya da sahip olmayı, şu kusurlu halimizle var olmayı ya da sahip olmayı bilmeye bir tek bunun için değer .
Bu şafak, dünyanın ilk şafağıdır. Hafifçe sarıya, ardından sıcak beyaza dönen şu pembelik, batı yakasındaki evlerin taze ışıkla gelen sessizliğe sunduğu, binlerce cam gözü olan yüzlere hiç böyle değmedi. Ne böyle bir saat var oldu daha önce, ne bu ışık, ne de bana ait şu varlık. Yarınki de bir başkası olacak ve yepyeni bakışlarla donanmış, yeniden biçimlenmiş gözler görecek göreceklerimi.
Şehrin dik yamaçları! Yalçın kanatlarıyla iyice genişleyen koca binalar, ışığın altında gölgelerle, yanmış lekelerle örülen, farklı biçimlerde yığılmış katman katman binalar – bugün sadece sizleri gördüğüm için varsınız, bensiniz, yarın (ben ne olacaksam, sizler de o) olacaksınız, seviyorum sizi, hani bir gemi açık denizde bir başkasıyla karşılaşıp ardında bilinmedik üzüntüler bırakırken küpeşteden sarkan yolcu gibi.
Biz olmadığımız şeyiz, hayat kısa ve hazin,
Ne çok insanız yaşayan, ne çoğuz kendini kandıran!
Düşlediğim manzaraları gerçek manzaralar kadar net görüyorum. Düşlerimin üzerine eğildiğimde, gayet gerçek bir şeylerin üzerine eğilmiş oluyorum. Geçip giden hayata baksam, aynı anda düş görüyorum.
özbilincimin derin bir boşluğa yuvarlandığımı kavradım
dilencilere özgü huzurunu
Bazen her şey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile.
bu satırları yazıyorsam, en azından hala hayatta olduğumu kendime kanıtlamaya ihtiyaç duyduğumdandır
Ben hep şimdiki zamanda yaşarım. Geleceği bilmem. Artık geçmişim de yok. Biri, her şeyin mümkün olmasıyla çöküyor üzerime, öteki, barındırdığı hiçbir şeyin gerçek olmamasıyla. Ne umutlarım var, ne de pişmanlıklarım. Hayatımın bugüne kadarki halini –yani çoğunlukla, istediğimin tam tersi şekilde aktığını– bildikten sonra ne söyleyebilirim ki geleceğim hakkında, beklemediğim, dilemediğim bir şey olacağından, benim dışımdan bir yerden, hatta bazen kendi irademin bir oyunu olarak başıma geleceğinden başka?
Hayat edebildiğimiz kadardır.
hayatımızın gerçekliğini izlenimlerin üzerine oturtmalıyız, algıladıkları şeylerin değil. Düşlerimde her şeye sahip oldum. Uyandığım zamanlar da oldu ama bunun ne önemi var?
Gerçek dünyada en derin düşüncelerimizin temeli ne kadar az şeyle atılır; öğle yemeğime geç kalmak, kibrit kutumun boşaldığını görmek, kendi kendime onu sokağa fırlatmış olmak, uygunsuz bir saatte yemek yediğim için keyfimin kaçması; ve günlerden pazar olması, kaçırılmış bir günbatımının havadaki vaatleri ve bu aşağılık dünyada hiçbir şey olmamak- ve sonra, bütün metafizik.
Ama ne Caesar’lar oldum!
Edimde bulunmaya duyduğum kini, fanusta bir çiçek gibi büyütüyorum içimde. Hayata baş kaldırdığım için kendimle övünüyorum.
Hiçbir parlak düşünce içine birtakım ahmaklıklar katılmadan piyasaya sürülemez. Kolektif düşün ahmaklıktır, çünkü kolektiftir. İçindeki zekice tarafın büyük kısmını zorunlu bir vergi gibi feda etmeden kolektifin sınırlarını aşabilen yoktur .
Gençken varlığımızda ikilik vardır: Aklımızla (çok akıllı da olabiliriz) deneyimsizliğimizin getirdiği ahmaklık (buysa, alt düzeyde ikinci bir akıldır), benliğimizde yan yana varlığını sürdürür. Bu ikisi, ancak ileri yaşlarda birleşir. Nitekim,
gençlerin hep kaba saba işler yapması da deneyimsizlikten değil, bu iki unsurun henüz bir bütün haline gelememiş olmasından kaynaklanır.
Üstün zekâlı bir insan için, günümüzde reddedişten başka çıkar yol kalmamıştır.
Yenmeyi bilenler, hiç yenmemiş olanlardır. Güçlü olan, kendi cesaretini durmadan kırabilendir. En iyisi, en soylusu vazgeçmektir.
Kimi zaman –başımı, başkalarına ait hesapları, kendi hesabıma ise bana has herhangi bir hayatın yokluğunu kaydettiğim defterlerden iyice sersemlemiş vaziyette kaldırdığımda–, belki eğik durmaktan kaynaklanan, ama rakamları, bendeki başarısızlık duygusunu da içine alan bir bulantı duyarım. Hayat, gereksiz bir ilaç gibi midemi bulandırır. İşte o zaman, yalnızca gerçekten isteyecek gücüm olsa, bu sıkıntıyı üzerimden ne kadar kolayca atabileceğimi açık seçik görürüz.
Bir muhasebeci yardımcısı olduğumu bilirken, kendimi deha ilan etsem ne yarar?
Hayata etkin olarak katılmak – doğru akıl budur işte. Kim olmak istiyorsam o olacağım. Ama olacağım ki olacağım kişiyi istemem gerek bunun için. Başarı, başarmaktır, başaracak durumda olmak değil.
Farklı romanların içinde, çeşitli entrikaların başoyuncusu yaptılar beni (kısmen); ne var ki, ruhumun olduğu gibi hayatımın da özü, asla başoyuncu olmamaktır.
Tek trajedi, insanın kendindeki trajikliği görememesidir. Ben, dünya ile yan yana yaşadığımı hep bilmişimdir. Onunla yan yana yaşamaya ihtiyacım olduğunu ise tam olarak anlayamadım; normal bir varlık olmayışımın nedeni budur. etkin olmak, dinlenmeyi bilmektir.
Düşünmek, var olmayı bilmemektir.
kendi kendimin bilincindeyim.
Başkalarının ben yokmuşum gibi davranmalarını sağlayan otomatizmime şaşarım.
Ne var ki soluklanmak için durduğum ilk anda, arabalardan kaçmak ya da yayaları rahatsız etmemek için ayaklanma sahip olmak, önüme gelenle konuşmak ya da en yakın kapıyı çalmak gibi korkunç mecburiyetlerden kurtulduğumda – işte o an, kendimi yeniden, sivri uçlu bir gemi gibi düşün sularına bırakırım ve gün doğarken, öylece bekleyen arabaların sesinde, belli belirsiz sabahın bilincine varırken kaygılarımı gidermiş olan o baygın yanılsamaya dalarım tekrar.
birimizin kendine özgü bir içkisi var. Kendi payıma, var olma olgusunda kendime yetecek kadar alkol buluyorum. Varlığımı hissetmenin sarhoşluğuyla rasgele geziniyor, dimdik yürüyorum. Vakit gelmişse, herkes gibi işyerime dönüyorum. Henüz vakti değilse, herkes gibi nehre kadar yürüyüp nehre bakıyorum. Onlarla aynıyım. Ve bütün bunların arkasında, gizlice yıldızlarla donandığım, içinde kendi sonsuzluğuma sahip olduğum, bana ait gökyüzü var.
Günümüzde bir insan birini seviyorsa, ahlak anlayışında, entelektüel çapında da cücelik ya da hödüklük yoksa, karşısındakini romantik bir aşkla seviyor demektir.
Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir Kısacası kendi uydurduğumuz bir kavramı ve sonuç olarak kendimizi sevmekteyizdir.
Bu dediğim aşkın her kademesinde geçerlidir. Tensel aşkta yabana bir bedenin aracılığıyla kendi hazzımızın peşinden koşarız. Tensel boyutu olmayan aşkta, yarattığımız bir düşüncenin aracılığıyla kendi zevkimizin peşinden koşarız. Otuzbir çekmeden yapamayanlar iğrenç insanlardır, ama iyi düşünüldüğünde, aşkın mantığını kusursuzca ortaya koymaktadırlar. Ne bir başkasını, ne kendini; hiç kimseyi aldatmayan bir onlar vardır.
Tanışma şeklimiz yüzünden bile yanlış tanını birbirimizi. İki insan “Seni seviyorum,” der ya da bunu düşünür, olarak hisseder ve ruhun faaliyet alanını oluşturan soyut duygular kalabalığında, her ikisi de farklı bir düşünceyi, farklı bir hayatı, hatta belki farklı bir rengi ya da kokuyu dile getirmek derdindedir.
Bugün kendimi var olmasaydım olacağım kadar bilinçli hissediyorum.
Belki de bunların altında yatan, bizim pazarlamacının sevgilisi yüzünden kalbinin kırılmasıdır ya da gazetelerin yabancı gazetelere dayanarak aktardığı aşk hikâyelerinde geçen bir cümle, hatta belki de fiziksel olarak açıklayamadığım, bir türlü kurtulamadığım şu hafif bulantılar.
Hayat, hayatın dile getirilmesine engel olur. Büyük bir aşk yaşasam asla anlatamazdım. Kendi hayatımı, varlığıma yabancı bir maddeden bir heykel gibi yonttum
Olmayı istemiş olduğum ve olmadığım kişi olmak istiyorum. Pes edersem çökerim. Bir sanat yapıtı olmak istiyorum, bedenimle olamadığıma göre en azından ruhumla.
sahteliğimin anlamsız bir çiçek gibi
Varlığımızı öyle bir hale getirelim ki, başkalarının gözünde hep bir muamma olarak kalsın, bizi en iyi tanıyanların ötekilerden tek farkı, sadece daha yakın olup bizi çözememeleri olsun.
Yazmak, unutmaktır. Bunun yanı sıra edebiyat, hayatı görmezden gelmenin de en hoş yoludur. Müzik bizi yatıştırır, görsel sanatlar uyarır, canlı sanatlar (dans ya da gösteri gibi) avutur. Ne var ki bunlardan birincisi hayattan uzaklaşır giderek, çünkü onu bir uykuya dönüştürür; ikinci sırada gelenlerse hayattan kopmaz – bir bölümü görsel, dolayısıyla hayati yöntemler üzerine kurulu olduğundan, geri kalanlar ise, bizzat insan hayatından beslendiklerinden.
Edebiyatın durumu bambaşkadır, o hayatlık taslar. Bir roman, asla olmamış bir şeyin öyküsüdür, bir dram ise öyküleme tekniği kullanılmamış bir romandır. Bir şiir, dizeler halinde konuşmadığımıza göre, aslında kimsenin kullanmadığı bir dile dökülmüş düşünce ya da duyguların ifadesidir.
Biliyorum, çoğu insan bu tarifi cüretkar bulacaktır, çünkü onlar bir şeyi tanımlamanın, tanım için gerekeni değil, başkaları ne istiyorsa onu söylemek olduğunu sanırlar.
Edebiyat denen şey, hayatı mümkün olduğu kadar gerçek kılmak için çaba sarf etmenin bir adıdır.
Çocuklar; hissettikleri gibi konuştukları için müthiş edebiyatçılar sayılırlar, hem ayrıca hissettikleri, başkalarının ne diyeceği hesaba katılarak hissedilenler cinsinden değildir.
Söylemek! Söylemeyi bilmek! Varlığı yazıya dökülmüş sesin, zihindeki görüntülerin üzerine kurabilmek! Hayat daha fazlasına değmez: Ondan ötesi, erkeklerden ve kadınlardan, farazi aşklardan ve sahte gerçekliklerden; birbirimizi sindirmek ve unutmak için kurnazca oyunlardan, adına gökyüzü denen duygudan yoksun, soyut, koca mavi kayanın altında –bir taşı kaldırınca kaçışıveren böcekler gibi– dört bir yana koşturup duran varlıklardan ibaret.
Yazdıklarımı kimsenin okumamasına üzülüyor muyum? Bunları yaşamaktan kopmak için yazıyorum; yayımlatıyorum da, çünkü oyunun kuralı bu. Eğer bir sabah kalksam ve bütün yazılarım kaybolmuş olsa üzülürüm elbette, ama öyle sanıyorum ki, onlara bütün hayatımı verdiğim göz önüne alındığında beklenebileceği kadar derin ve çılgınca bir acı olmaz bu. Oğlunu kaybeden bir anne de başka türlü davranmaz, o da aylar sonra tekrar kendi olur. Ölüleri bağrına basan uçsuz bucaksız toprak (o kadar anaç bir tavırla olmasa da) bu kâğıt parçalarını da bağrına basabilir. Hiçbir şeyin önemi yok; kanımca çoğu insan hayatı çekilmez bir çocuk gibi görmüştür, kafalarını dinlemek için dört gözle yatmasını bekledikleri bir çocuk.
Scherer’in zihnin ürettiği şeyi Amiel’in “bilincin bilinci” olarak tarif ettiğini anlattığı bölümde, dosdoğru ruhumdan bahsettiğini hissettim.
Herhangi bir insana başkalarının acıları, benzerlerinin sıkıntıları karşısında neşe veren, tarifi zor, anlaşılmaz bir acı türü vardır. Kendi acılarımı incelerken bu yöntemden yararlanırım ben de; ve işi o kadar ileriye götürürüm ki, kendimi perişan ya da gülünç hissettiğimde, sanki karşımda bir başkası varmış gibi kendime bakıp keyiflenirim. Buna karşılık, duygularım öyle tuhaf, öyle olağanüstü bir dönüşüme uğruyor ki, bu fazlasıyla insani, alaycı neşe, başkalarının gülünç halleriyle ya da acılarıyla karşılaştığımda sönüp gidiyor. Hatta karşımdakinin küçük düşmesi acı değilse de, estetik açıdan rahatsızlık veriyor, içimde çözülmesi güç bir öfke uyandırıyor. Gösterdiğim bu tepkiye iyilik denemez; temelinde yatan fikir şu ki, eğer birisi alay konusu olduysa, sadece benim için değil herkes için olmuştur, kızdığım da bu zaten; insan türüne dahil herhangi bir hayvanın hiç hakkı olmadığı halde, bir başkasıyla alay edebilmesine üzülüyorum. Ama başkaları benimle dalga geçse umurumda bile olmaz; çünkü dış dünyaya giderek büyüyen, katı bir küçümseme duygusuyla bakıyorum.
Varlığımın bahçesinin çevresine, değme sur duvarından daha ürkütücü, neredeyse göğü tutan parmaklıklar diktim, bu sayede başkalarını rahatça hem görüp hem dışlayabiliyor, birer yabancı olarak kalmalarını sağlıyorum.
Hayatımı büyük bir titizlik ve özenle, nasıl hareket etmeyeceğimi arayarak geçirdim.
Ne Devlet’e boyun eğerim ne insanlara, tek yaptığım kıpırdamaksızın direnmektir. Devletin, ancak edimlerimden dolayı benimle derdi olabilir. Herhangi bir edimde bulunmadığım sürece, benden hiçbir şey elde edemez. Günümüzde insanları öldürmüyorlar zaten, Devlet benim de olsa olsa canımı sıkabilir; bu takdirde zihnimin zırhımı iyice kalınlaştırmak, düşlerimde daha uzaklarda, daha ötelerde yaşamak zorunda kalırım. Ama bu hiç başıma gelmedi. Devlet benimle hır çıkarmaya kalkışmadı. Bunda kaderin bir parmağı olduğuna bütün kalbimle inanıyorum.
Zihni durmaksızın çalışan bir varlık olarak değişmezliğe karşı fiziksel, yazgısal bir sevgi besliyorum. Yeni alışkanlıklardan ve bilinmeyen yerlerden nefret ederim.
Sürekli yenilenmenin sıkıntısı, varlıklar ve fikirler arasındaki aldatıcı1 farkların altında her şeyin hep aynı olduğunu keşfetmenin sıkıntısı, caminin, tapınağın ve klişenin aynı olması, yoksul bir kulübeyle sarayın bir olması, aynı yapısal bütünün kıyafetli bir kral ya da anadan doğma bir vahşi rolü oynayabilmesi, hayatın kendi kendiyle ezeli uyumu, yaşadığım her şeyin durgunluğu ilk edimde, hepsi silinip gider.
Manzaralar, birtakım tekrarlardan ibarettir. Trenle rasgele giderken, manzaraya olan ilgisizliğimle, farklı biri olsam oyalanmamı sağlayacak elimdeki kitaba olan ilgisizliğim arasında boşu boşuna, sıkıntılara gark olarak bölünürüm. Belli belirsiz midem bulanır hayattan ve her hareket bulantıyı iyice arttırır.
Huzura erebilmek için bana ruh sağlığı gerek.
Ruhumun bugüne dek vermediği neyi verebilir bana Çin? Hem ruhum veremediyse bir şeyi, günün birinde Çin’i görürsem de ruhumla göreceğime göre?
Ki hissetme yetisine sahip olmayanlar çıkı, Yor yolculuklara. İşte bu nedenle seyahat kitapları, deneyimleri aktaran yapıtlar olarak değerlendirildiğinde pek zayıftır, çünkü yazarlarının düşleminden yoksundurlar. Yazarları, eğer hayal güçleri varsa, gördüklerini iddia ettikleri manzaraları, ister istemez gelişigüzel aktarmak yerine, hayallerinden fırlamış bayrakları, manzaraları b ütün ayrıntılarıyla, kılı kırk yararak aktarırlarsa çok daha fazla büyülerler bizi.
Her yörenin kendine has bir şivesinin olmasındaki evrensel yön, hayatı gelişine göre yaşayan insanların teklifsiz konuşmalarıdır, birbirine benzeyen varlıkların çeşitliliği, hayat tarzlarının karman çorman, art arda dizilişi halklar arasındaki farklar, ulusların zenginliğidir.
Ellerimi uzatayım, hem hangi evrene doğru? Çünkü evren, bana ait değil: Ben, evrenim.
Kendine saygısı olan her ruh hayatı en uçta yaşamak ister. Size verilenlerle yetindiğiniz takdirde, köleden farkınız kalmaz. Olanın fazlasını isteyince çocuk gibi davranmış olursunuz, Biraz daha fazlasını elde etmek ise deliliktir.
İnsanoğullarının aptal, beş para etmez, ezici çoğunluğunun yaptığı gibi hayatta boş yere, bölük pörçük yamalak koşturmaktansa, hiç koşturmamak yeğdir.
Maddi hayatın içindeki eylemlerle bütün ilişkiyi kesmek, böylece enerjinin yerine aklı koymak ve istençle heyecan arasındaki bağı koparmak – ulaşabilen için hayatın kendisinden daha değerlidir bu mertebe, çünkü tamamen bu hale gelmek zor, kısmen yaşamaksa son derece acıdır.
Hissetmektir mühim olan, yaşamak değil.
Büyük durgunluklar bilirim. (Pek çok insanın yaptı· gibi) acil bir mektuba alt tarafı bir kartla cevap vermek için günler ve günler boyunca oyalanmamdan bahsetmiyorum. Bana faydası dokunacak kolay bir edimi ya da keyif verecek yararlı bir edimi (zaten kimsenin yapmadığı gibi) sürekli olarak reddetmem de değil kastettiğim· Kendi kemdimle geçimsizliğimin içinde daha ne incelikler var. Ben, kendi ruhumda durgunlaşıyorum.
Bu zamanlarda ne düşünebilirim, ne hissedebilirim, ne de bir istek duyabilirim. Sadece rakamlar yazar ya da anlamsız şeyler çiziktiririm. Hiçbir şey hissetmem, sevdiğim biri ölse yabancı bir dilde olup bitmiş gibi algılarım. Yapamam; hep uykudayım gibi gelir, en akıllıca hareketlerim, sözlerim, edimlerim, dışımda bir yerde alınan nefesler, herhangi bir organizmanın ritmik olarak çalışan içgüdüsü gibi görünür gözüme.
Tesadüflerin tamamladığı ben
Kendime kızmam, çünkü kızgınlık güçlü insanların harcıdır; kendime boyun eğmem, çünkü boyun eğmek soyluların harcıdır. Oysa ben ne güçlüyüm, ne soylu, ne de yüce.. Acı çekerim ve hayal kurarım. Zayıflığım sızlanan biri yapar beni ve sanatçı olduğum için gizlice şikayetler besler, düşlerimi, güzellikleri hakkındaki fikrime en uygun şekilde düzenleyerek oyalanırım.
Bir tek çocuk olmadığıma hayıflanırım (düşlerime inanabilirdim o zaman) ya da bir deli (beni kuşatan her şeyi ruhumdan uzaklaştırabilirdim).
Gölgelerin oynaştığı camı boyamakla, camın öte yanından seyrettiğim o yabancı hayatın gürültüsü benden saklanamaz.
Karamsar değilim, hüzünlüyüm.
Anlaşılmaktan daima, tiksinti içinde kaçınmışımdır. Anlaşılmak, kendini satmak demek. Olmadığım gibi görünmeyi, gayet insani bir şekilde, kibarca, doğal olarak görmezden gelinmeyi cidden tercih ederim.
Dünyada hiçbir şey, işyerindeki arkadaşlarımın beni\ “farklı” görmesi kadar sinirimi bozamaz. Onların gözünde farklı biri olmamaktaki ironinin verdiği keyfe düşkünümdür.
Bizim işyerindekilerden biri, geniş büronun alacamsı soğuğunda her zamanki gibi paket yapmakla uğraşıyordu: “Günaydın!” dercesine koca bir sesle, “Amma gürledi mübarek!” diye bağırdı ortaya, yüreksiz, merhametsiz haydut. Yüreğim tekrar çarpmaya başladı. Kıyamet uzaklaşmıştı. Bir duraklama oldu.
–Bir an güçlü, çiğ bir ışık, sonra kaba bir gök gürültüsü henüz yakınımızda olsa da giderek uzaklaşan gök gürültüsü, olup bitenlerin sıkıntısını nasıl da aldı üzerimizden. Tanrı yok olmuştu. Ciğerlerimin iyice havayla dolduğunu hissettim. Büro çok havasızmış meğer, üstelik deminki elemanın dışında başka insanlar da varmış. Herkesin dili tutulmuştu. Titrek, pürüzlü bir şeyin hışırtısı işitildi: Moreira bir rakamı kontrol etmek için kalın kayıt defterinin bir sayfasını aniden çevirivermişti.
Sık sık sorarım kendime, kaderin fırtınalarıyla aramda, beni koruyan bir zenginlik perdesi olsaydı, amcamın ahlaklı eliyle Lizbon’daki bir büroya emanet edilmemiş ve o büro senin bu büro benim derken, muhasebe yardımcısı olarak güya meslekte zirveye varmamış olsaydım, huzurlu bir siesta’ya benzeyen bir işe, karnımı zor doyuran bir maaşa kavuşmamış olsaydım, ne olurdum acaba.
Gayet iyi biliyorum ki gerçekdışı hayatım gerçekleşmiş olsa bugün, şu sayfaları yazabilen adam olmazdım.
Hissedebildiklerimin, düşünebildiklerimin hatırı sayılır bir kısmını muhasebeci olmama borçluyum, ama bunlardan kaçıyorsam, hepsini reddediyorsam, bunu da gene işime borçluyum.
Bir anket yapsalar, ruhunun gelişiminde edebiyattan kimlerin etkili olduğunu yaz, deseler, listenin başına Cesário Verde’yi koyardım, ama patronum Vasques’i, şef muhasebeci Moreira’yı, pazarlamacı Vieira’yı ve ayakçı António’yu da unutmazdım. Ve tüm isimlerin altına, büyük harflerle aynı can alıcı adresi yazardım: LİZBON.
Alıcı gözle bakıldığında, bütün bu insanların, dünyaya bakışım üzerinde tıpkı Cesário Verde gibi, birer düzeltme faktörü olarak etkili oldukları görülür. Tam anlamını bilemiyorum, ama mühendisler bu deyimi galiba, matematiğin hayatı yakalayabilmesi için yaptıkları işlemleri tarif ederken kullanıyorlar.
Dünya denen oyunu, varlıkların değişken gelgitlerini seyrettikçe, her bir şeyin; gerçekliklerin saygınlığının, yalanı pırıltılarının özünde olan o sahtelik iyice içime işliyor. Her sağduyulu insanın er ya da geç tanışacağı bu düşünme sürecinde, hepsi alacalı bulacalı gelenekler ve modalar, ilerlemeler, kültürlerin düşe kalka gelişmesi, imparatorlukların ve kültürlerin içinde yüzdüğü koca kargaşa, hepsi gölgeler ve unutuşlar arasında düşlenmiş bir mit, bir kurgu gibi geliyor bana.
“Her şey idim; hiçbir şeye değmezmiş.”
Kendimi arıyorum, bulamıyorum.
En basit, gerçekten en basit, iki basit parçaya bölünemeyecek kadar basit şeyler, ben yaşarken arapsaçına dönüyor. Bazen günaydın demek bile gözümü korkutuyor. O kelimeyi yüksek sesle söylemek ayıpmış gibi, sesim sönüveriyor. Var olmaktan duyulan bir tür utanç bu baş}a tarif gelmiyor aklıma!
Duygularımızı sürekli tahlil ettikçe yeni bir hissetme biçimi ortaya çıkar, ama duygularıyla değil de akıllarıyla tahlil yapanlara yapay gelir bu.
Ömrüm boyunca, metafizik açıdan kof, bunun yanında insanı güldürecek kadar da ciddi biri olmuşumdur.
Dizeler yaratmış bütün şairlere, ideallerini [ … ] görmeyi istemiş bütün idealistlere, arzuladıklarını \ elde etmiş herkese nefretsiz bir nefret duyuyorum.
Uyum içindeki bedenimi yormak için yürüyorum, ruhuma karşı (şehvete benzer bir şeyle gelen, çok tanıdık bir acının insanın yakasını bırakmayan keskinliğiyle) ezgili, anaç bir merhamet duyuyorum.
Hissetmek ne büyük bir ağırlık! Hissetmek zorunda olmak ne büyük bir ağırlık!
Bilginin, adına zaten derin bilgi denen bir derinliği var, bunun yanı sıra aklın da derinleştiği bir hal var ki, o denen şey. Ama bir de derin duyarlılık var.
Asıl tecrübe gerçekle olan bağı azaltmak, ama bağı daha yoğun tahlil etmek demektir. Duyarlılık böyle gelişir, derinleşir, çünkü her şey bizdedir; yeter ki \ arayalım, aramayı bilelim.
Çünkü özgürlük içimde yoksa, hiçbir yerde yok demektir.
Condillac ünlü eserine şöyle başlar:“Ne kadar yukarı tırmanırsak tırmanalım, ne kadar aşağı inersek inelim, asla duygularımızın dışına çıkamayız.” Asla kendimizden yelken açamayız. Asla bir başkasına varamayız, bunun tek istisnası, düş gücüyle kendimizi başkalaştırdığımız, kendi kendimizi hisseder hale geldiğimiz durumlardır. Gerçek manzaralar bizim yarattıklarımızdır, çünkü onların tanrısı bizizdir ve gerçekte oldukları gibi, yani yaratıldıkları gibi görürüz onları. İlgimi çeken ve gerçekten görebileceğim yer Dünya’nın Yedi Bölgesi’nden hiçbiri değil, sahiden benim olan, bir uçtan bir uca kat ettiğim sekizinci bölgedir.
Gerçek şehirlerden daha kalabalık şehirlerden geçtim ve hiçbir yerin geniş, mutlak nehirleri dalgın bakışlarımın karşısında aktı. Yolculuklara çıkmış olsam, olsa olsa hiç seyahat etmeden gördüklerimin soluk kopyaları çıkacaktı karşıma.
Başka insanlar ziyaret ettikleri memleketlerde yabancıdır, isimsizdir.
Epeydir yazmıyorum. Aylar var ki yaşamıyorum ve işyeriyle fizyolojim arasında, düşüncelerim ve duyumlarım içimde durgunlaşmış olarak dayanıyorum. Ne yazık de dinlenemiyor: Çürüme bile aynı zamanda mayalanma demektir.
Uzun zamandır sadece yamamakla kalmıyor, aynı zamanda yaşamıyorum da. Galiba düşlerle de uğraşmıyorum doğru dürüst. Sokaklar benim için sadece sokak. Olanca dikkatle büronun işini yapıyorum, ama dalgın olmadığımı da söyleyemem: Arka planda tefekküre dalmıyorsam da uyuyorum; her ne olursa olsun işimin öbür yüzünde hep bir başkasıyım.
Epeydir varlıktan yoksunum. Son derece huzurluyum. Olduğum kişiden beni ayıran hiçbir şey yok. Nefes aldığımı hissettim az önce, sanki yepyeni ya da uzun zamandır ertelenen bir eylemi yerine getirmiş gibiyim. Bilinçli olduğumun bilincine varmaya başladım. Yarın belki de kendime uyanırım, kendi hayatınım akışına kaldığını yerden devam ederim. Öylesi daha mı mutlu eder, daha bilemiyorum. Hiç bilmiyorum.
Çok uzun zamandır kendim değilim.
Bazen hem de hep beklenmedik bir anda tam bir duygunun ortasındayken hayata karşı korkunç bir yorgunluk çöker üstüme, üstelik o kadar büyük bir yorgunluktur ki üstesinden nasıl geleceğimi bilemem.
Var olmuş olmayı bırakmak; işte bunun hiç yolu yok.
Öyle sanıyorum ki, bu devasız duygunun uğursuz saçmalığını benden önce kelimelere döken olmamış.
Ve bu duyguyu yazarak iyileştiriyorum. O ironik reçeteyle, dile getirilmekle iyileşmeyecek hüzün yoktur, saf olmaması, içine bir parça akıl karışmış olması, gerçekten derin olması şartıyla. Edebiyat başka hiçbir yararı kalmadığında en azından bu işe yarayacak – bir avuç insan için olsa bile.
Ne yazık ki akıl hastalıkları duygusal rahatsızlıklardan, onlar da bedensel hastalıklardan daha az ıstırap verir. “Ne yazık ki” diyorum, çünkü insanlık onuru tam tersini gerektirir. Bir esrarla karşı karşıya olduğumuzda üzerimize çöken hiçbir sıkıntı, aşk, kıskançlık ya da pişmanlık kadar acı veremez, bedende hissedilen yoğun korkular kadar bunaltıcı olamaz ya da öfke kadar, hırs kadar insanı değiştirmez. Ama şu da doğru ki, ruhu paramparça eden hiçbir ıstırap şiddetli bir diş ağrısı, karın ağrısı ya da (sanırım) doğum sancısı kadar gerçek olamaz.
Adeta uyuyarak yazıyorum, bütün hayatım imzasız bir makbuz.
Horoz, ancak ölünce dışına çıkabileceği kümeste özgürlük şarkıları söyler, çünkü ona iki tünek bahşedilmiştir.
Yağmur manzarası
Her yağmur damlasıyla doğada ağlayan, ıskalanmış hayatımdır. Günün hüznünü boş yere toprağa akıtan damla damla, sağanak sağanak yağmurda bendeki belirsizlikten bir şeyler var.
Yağmur dinmek bilmiyor. Sesi ruhumu sırılsıklam etti. Ne biçim bir yağmur bu … Sandalyem yağmur duygusuyla sulanıyor, sıvılaşıyor.
Sıkıntılı bir soğuk, buz kesmiş ellerimi sarıyor. Kurşuni saatler uzadıkça uzuyor, zamanın içinde bitimsizleşiyor; saniyeler geçmek bilmiyor.
Bu ne biçim bir yağmur! Çörtenlerin ağzından beklenmedik anlarda, minik
seller fışkırıyor. Kafamdaki soyut boru fikrinin üzerinden, rahatsız edici bir çağlayan gümbürtüsünün döküldüğünü duyuyorum. Yağmur upuzun, ölgün şikayetini camlara çarpıyor…
Soğuk bir el boğazımı sıkıyor, hayatı solumamı engelliyor.
İçimdeki her şey ölüyor – hatta düş kurabildiğime güvenim bile! Ne yaparsam yapayım, fiziksel olarak kendimi iyi hissedemiyorum. Gönlümün kaydığı bütün dinginliklerin
ruhumu parçalayan sivri köşeleri var. Bakışlarımı kenetlediğim bütün bakışlar zifiri karanlık çıktı, günün zayıflamış ışığının izi vardı bunlarda, acısız ölmek için biçilmiş kaftandılar.
Düşlerin en itici tarafı ortalık malı olmaları. Gün ortasında şu çırak da mutlaka bir şeyler düşünüyor. Hayalinde yamalak neleri gördüğünü biliyorum: Büroya çöken yaz bunaltısının ve mükemmel dinginliğin içinde, iş mektupları yazarken benim içine daldığım şeyleri.
Gerçekleşebilir, meşru şeyleri düşleyenler, uzak ve yabancı düşlerde kendini kaybedenlerden daha çok hüzün veriyor bana. Büyük hayaller kuruyorsan ya delisindir, hayallerine inanır ve mutlu olursun ya da basit bir hayalperestsindir, hülya da senin için, tek kelime etmeden ruhunu yatıştıran bir ezgisi. Ama gerçekleşebilir olanı düşlersen, o zaman sahici düş kırıklığı diye bir şeyin gerçekten var olabileceğini anlarsın. Roma İmparatoru diye kendimi helak edecek değilim, ama her akşam saat dokuza doğru sokağın sonundan sağa dönen küçük terzi kızla hiç konuşmadım diye acı acı yerinebilirim. Bize olanaksızı vaat eden düş, zaten böylelikle bizi en baştan, ondan mahrum etmiş olur; ama gerçekleşebilir olanı vaat eden düş hayatın kendisine müdahale eder, çözümü de ondan bekler. Biri kendinden başka her şeyi dışlayarak tamamen bağımsız olarak varlık sürer; öteki ise dışındaki olayların olağan akışına boyun eğmiştir.
Öğle vakti tenhalaşan büroda, balkondan sokağa sarkıyorum. Dalgınlığım gözlerimde insanların hareketlerini seçiyor, ama onların zihninin derinliklerinde görmüyor gerçekte. Balkon korkuluklarının acıttığı dirseklerime dayanmış uyuyorum, birileri büyük bir vaatte bulunmuş sanki, ama hiçbir şey bilmiyorum. Sayısız karaltının gidip geldiği kıpırtısız sokağın ayrıntıları benden uzaklaşan zihnimde beliriyor: arabalara yığılmış tavuk kafesleri, az ötede dükkan kapılarında çuvallar, köşedeki bakkalın en uçtaki vitrininde, bana kalırsa kimsenin anlamayacağı, hayal meyal seçilen porto şişeleri. Aklım yarı cisimleşerek benden kopuyor. Hayal gücümle inceliyorum etrafı.
Duyuların kendisinden çok, duyuların bilinciyle kaydetmeli her şeyi … Farklı şeylerin olabilirliğini … Ve ansızın büroda, arkamda ayakçı çocuğun tepeden inme, metafizik gelişi. Olmayan düşünce akışımı kestiği için öldürebilecek gibi hissediyorum kendimi. Nefretin ağırlaştırdığı bir sessizlik içinde dönüp ona bakıyorum, gizli bir insan öldürme arzusunun gerginliğiyle, havadan sudan bir şey söylerken kullanacağı sesi önceden dinliyorum. Odanın ucundan bana gülümsüyor, yüksek sesle günaydın, diyor. Bütün evren gibi ondan da nefret ediyorum. Gözlerim varsaymaktan ağırlaşmış.
Onca yağmurlu günün ardından gökyüzü, uzayın saklanmış maviliği geri getiriyor. Su birikintilerinin tarladaki çamur gölleri gibi uyuduğu sokaklarla, gökyüzüne soğuk bir parlaklık veren pırıl pırıl neşe arasındaki çelişki, pis sokakları güzelleştiriyor, sıradan bir kış göğüne bahar havası katıyor. Günlerden Pazar ve yapacak hiçbir işim yo. Hava o kadar güzel ki düş kurmayı bile çekmiyor. En içten duygularımla günün tadını çıkarıyorum, aklım da buna kendini bırakmış durumda. Özgür bir memur gibi dolaşıyorum.
Hepsi boş. Hayatı sıradanlaştıran her şey gibi bunlar dişli sur duvarlarıyla dolu bir uyku ve ben de duvarın üzerinden, görevini, görevini tamamlamış bir haberci gibi düşüncelerimin ovasını seyretmekteyim.
Gereken ciddiyeti takınarak, biricik, bir tanecik en iyi kıyafetimi giyer, önüme serilen her şeyin keyfine varmaya bakardım – keyif alınacak bir tarafı olmayanların bile.
Büyük bir sırra erecekmişçesine ayine gider, dışarı çıktığımda, ormanın içinde bir düzlüğe varmış gibi olurdum.
Kesin olan bir şey var: Bir zamanlar ne olduğumu hatırlayabiliyor olmasam, şu anki bene katlanamazdım.
aheste bir nehirden geçen gemilere benziyorlar, ben de sanki kıyıdaki evimde, pencereleri ardına kadar açmış seyrediyorum.
Normal duygularla çizilmiş saçma diyagonal, otomobillerin gürültülü sessizliğinin ortasında bir faytonun tekerleklerinin ansızın gıcırdayışı – zamanın beklenmedik, anaç bir müdahalesi sayesinde varlığını koruyabilmiş bir fayton o hala burada, şimdiki benle kaybettiğim ben arasında, ben dediğim o eski bakışta mevcut hala.
Bir insan ne kadar yükseğe çıkarsa, ister istemez o kadar şeyden de mahrum kalır. Zirvede bir tek ona yer vardır. Ne kadar mükemmelse bütünlüğünü o kadar korumuş demektir; ve bütünlüğünü ne kadar koruduysa, başka biri olma ihtimali o kadar azdır.
Ömrü boyunca girmediği boya kalmamış Amerikalı bir milyonerdi bu. Aşk, şefkat, bağ· yolculuklar, koleksiyonlar. Paranın gücü her şeye kadir olduğu için değil, esas olarak parayı çeken manyetizmanın engel tanımazlığı sayesinde bu olmuştu.
Kısacası bu iki adam da her tuttuğunu koparmıştı. Sadece kollarının uzunluğu farklıydı; geri kalan her şey benzerdi. Böyle adamlara hiç özenememişimdir. En büyük meziyetin, ulaşılmaz olanı elde etmek olduğunu düşünmüşümdür.
Gelecekte sahip olabileceğimiz ünün zevki bugüne aittir geleceğe ait olan, ündür. Maddiyatın verdiği hiçbir zevkle kıyaslanamayacak, gururu okşayan bir hoşluktur bu.
Ben ise, bu fani dünyada kesinlikle hiçbir şey olmadığım halde, şu sayfayı tekrar okurken geleceğin tadını duyabiliyorum önceden, çünkü şu an zaten geleceği yazıyorum; bir oğul gibi gururlanabilirim kavuşacağım ünle en azından, ünün birinde bana ün kazandırabilecek bir şey var elimde.
Şöhret bir madalyadan çok, bir bozuk paraya benzer: Bir yüzünde resim vardır, öbüründe değerini gösteren bir rakam. En yüksek rakamlar bozuk para olarak basılmaz: Onlardan sadece kağıt para olur, değerleri de hep çok düşüktür .
Kimilerinin hayatta büyük bir düşleri vardır ve ona ihanet ederler. Kimilerinin hayatında en ufacık bir düşe yer yoktur gene de ihanet ederler ona.
Zengin olmak uğruna çaba harcamak istesem, bir şekilde bunu başarabilirim; kişisel olsun ya da olmasın, bütün nicel hedefler gibi bu da aşağılık, ulaşılabilir bir hedeftir, kontrol altında tutulması da mümkündür. Peki, vatanıma hizmet etmek, kültürü geliştirmek ya da insanlığı daha iyi noktaya getirmek gibi arzularım varsa, bunları nasıl gerçekleştirebilirim? Ne bunun yolunu öğrenebilirim, ne de sonucu denetleyebilirim.
Doğa, ruhla Tanrı arasındaki farktır.
İnsanın ortaya serdiği ya da dile getirdiği şeyler, tamamen silinmiş bir metnin kenarına alınmış notlar gibidir. Notlara bakarak metnin anlamını az çok çıkarabiliriz; ama hep bir şüphe kalır, olası pek çok anlam vardır.
Ne ilginçtir ki, insanı, hayvanla olan farkını ortaya koyarak gerçekten tanımlayan kelimeler bulmak ne kadar zorsa, üstün insanla sıradan insanın farkını önüne sermek bir o kadar kolaydır.
“Üstün insanla (bence Kant ya da Goethe gibi biri) sıradan insan arasındaki mesafe, sıradan insanla maymun arasındaki mesafeden büyüktür.’’
Ne var ki, yanılsamayı tazeleyen bir şey olur hep, yaptığımız tahlillerdeki sivrilikler gider, sahte bile olsa gerçeklik, sokağın köşesinde yolumuzu gözler.
İnsanoğlu doğduğu günden ölene dek, bütün hayvanlar gibi kendinin dışında kalmaya mahkumdur. Ömrü boyunca, yaşamak yerine üstün nitelikli, daha karmaşık bir bitkisel hayat sürer. Var olduğunu bile bilmediği bazı kıstaslara farkında olmadan uyar, fikirleri, duyguları, eylemleri tamamen bilinçsizcedir; bunun nedeniyse insanların bilinçsizliği değil, iki farklı bilince sahip olmamalarıdır.
Düşüncelerimin yatağından taşmasına izin vererek, sıradan hayatların sıradan öyküsünün dizildiği bir ip oluyorum. Görüyorum ki insanlar her bakımdan, bilinçsiz yapılarının, dışarıdan dayatılan koşulların, onları başarılarıyla temas etmeye ya da etmemeye teşvik eden coşkuların tutsağı olmuşlar; ve temas ettikçe, temasın etkisiyle, temasın sayesinde boş cevizler gibi çarpışmaktalar.
Söz konusu insan hayattan ne kazanmayı beklemektedir, ayrıca nasıl kazanacaktır? Kırmızı şaraplı domuz pirzolasını, tesadüflerin karşısına çıkardığı sevgilisini nereye götürebileceğini zannetmektedir? İnanmadığı cennetlerden hangisine? Bir kurtçuğunkinden farksız, kokuşmuş hayatından başka neyi sığdırabilir toprağa? Bundan daha trajik ya da insanoğlunun insanlığını daha iyi ifade eden bir söz bilmiyorum. Güneşten çıkarlarının olduğunu bilseler, bitkiler de böyle konuşurdu. Kendilerini insan kadar iyi ifade edemeyen hayvanlar, uyurgezerce zevklerini böyle anlatırdı. Kim bilir, şu an konuşurken, kalıcı olacaklarını belli belirsiz hissederek şu satırları yazarken ben de – belki ben de bunları yazmış olmanın anısını “hayattan bütün kazancım” olarak görüyorumdur. Ve sıradan insanların
anlamsız cesetleri toplu mezarlara nasıl gömülürse, benim ölçülerime göre hazırlanmış bu gereksiz metin de toplu unutuşa öyle gömülecek. Domuz pirzolaları, kırmızı şarabı ve sevgilisi olan şu öbür adamla alay etmek ne haddime?
hangimiz ötekini inkar edebilir? İnsan karısını inkar edebilir, ama annesine, babasına ya da kardeşine bunu yapamaz.
Dışarıda, ağır akan geceyi yıkayan ay ışığında, rüzgâr usulca, gölgeler
doğuran belirsiz bir şeyleri oynatıyor. Bu belirsiz şeyler, alt tarafı üst katta asılı olan çamaşırlar da olabilir tabii, ama esasen gölgenin gömleklere kulak astığı yok, o elle tutulmaz bir şekilde, her şeye sessizce ayak uydurarak salınmaya bakıyor.
Sabah erken kalkayım diye panjurları açık bırakmıştım, ama şu ana dek – üstelik vakit o kadar geç oldu ki artık etrafta çıt çıkmıyor– ne uykuya dalabilmiş, ne de tam olarak uyanık kalabilmiş durumdayım. Odamın karanlığının ötesinde ay geceyi aydınlatıyor sahiden de, ama pencereyi aşamıyor. Gümüşsü, içi boş dolungün var olmakla yetiniyor; yattığım yerden gördüğüm karşıdaki çatılar ise, siyaha çalan beyaz akıntılar. Ayın çiğ ışığıyla birlikte, yücelerden gelen, kime hitap ettiği belirsiz bir selama benzeyen, melankolik bir huzur iniyor yere.
Ve ben hiçbir şey görmeksizin, düşünmeksizin, beklediğim uykuyla gözlerim çoktan kapanmış olarak, ay ışığını tam olarak tarif edebilecek kelimeler arıyorum. Eskiler olsa beyaz derlerdi ona ya da gümüşten yapılmış. Oysa bir ay ışığının sahte beyazlığında nice renkler vardır. Yatağımdan kalkıp soğuk camlardan dışarı bir göz atsam, eminim ay, yalnızlık kokan en yüksek yerlerde grimsi, mavili bir beyazlıktadır veya soluk bir sarıdır; üst üste yığılmış kara lekelere benzeyen çeşit çeşit evlerde ise, kâh sabırlı cepheleri simsiyah bir beyazlığın altın rengine boyamıştır, kâh kiremitli çatıların kahvemsi kırmızısını renksiz bir renge boğmuştur. En aşağıda, çıplak parke taşlarının gelişigüzel daireler çizdiği, adına sokak denen huzurlu uçurumda renksizdir, yalnızca taşların griliğinden dolayı hafifçe gövermiş olabilir. Ufuk hizasında belki koyu mavidir, ama göğün en yüksek noktasına yayılan kara maviye benzemeyen bir renktir bu. Pencerelerdeki camlara vuran ise, kara sarı bir ışıktır.
Yattığım yerde, bir türlü zaptedemediğim uykuyla dolu gözlerimi açsam,
içinde incecik, sedefli iplikçiklerin salındığı, sırf renkten ibaret, karlı bir hava görürüm. Şu anki hislerimle hissedecek olursam bir sıkıntıya, beyaz bir gölgeye dönüşür bu ve usulca kararır, o belirsiz beyazlığın karşısında gözlerim ağır ağır kapanırcasına.
Ne zaman herhangi bir şeyi tamamlasam, şaşkına dönüyorum. Şaşkına
dönmekle kalmıyor, üzülüyorum da. İçimdeki mükemmeliyetçilik içgüdüsünün beni bitirmekten alıkoyması, hatta daha baştan, başlamamı bile yasaklaması gerekiyor. Ama oluyor işte: Dalgınlık beni günaha sürüklüyor ve eyleme geçiyorum. Sonunda elimde, kendi irademle gerçekleştirdiğim bir eylemin değil, tam tersine, irademin zayıflığının bir meyvesi kalıyor. Başlıyorum, çünkü düşünecek gücüm yok; bitiriyorum, çünkü kendimi durduracak cesaretim yok. Bu kitap, korkaklığımın ürünüdür.
Daha iyisini yazamayacaksam niye yazıyorum? Ama, kendi seviyemin çok altında kalsam da, kalemimin yettiği şu azıcık şeyi de yazmazsam halim ne olur? İdealleri olan basit bir insan olarak, bir şeyleri gerçekleştirmeye çalışırım ben; karanlık bir odadan korkarcasına korkarım sessiz kalmaktan. Emeğin kendisinden çok madalyaya önem verenlere, başkalarının yaptıklarıyla övünenlere benzerim.
Yazdıkça kendimi alçalttığımı hissediyorum; ama bundan vazgeçemiyorum da. Yazmak, tiksinerek aldığım bir uyuşturucu, kendime yakıştıramasam da bir türlü bırakamadığım rezilce bir alışkanlık.
Doğru, yazdıkça kendimi kaybediyorum, ama kendini kaybetmeyen insan yoktur, yaşamak başlı başına kendini kaybetmek demektir.
Müthiş bir çabayla sandalyemden kalkıyorum, ama o da benimle geliyor, sanki, hem de iyice ağırlaşmış olarak; çünkü öznelliğin sandalyesi bu.
Kendim için kimim ben? Hissettiğim şeylerden biriyim sadece.
Yüreğim çaresizce, delik bir kova gibi boşalıyor. Düşünmek mi? Hissetmek mi? Net olarak tanımlanmış bir şey söz konusu olduğunda nasıl da yoruluruz her şeyden!
Kimileri sıkıntıdan çalışır: Aynı şekilde ben de bazen, söyleyecek bir şeyim olmadığı için yazarım. Düşünmeyen insanın hiç çaba harcamaksızın, kendiliğinden dalıverdiği düşlere ben ancak yazarken kavuşabilirim, çünkü sadece nesir halinde düş kurmayı bilirim.
Sanki karşımda içindeki hiçbir şeyi göremediğim vitrinler varmış gibi, her kelimede durarak yazıyorum. Sonunda bende kalan ise, göz ucuyla seçebildiğim kumaşların renklerine, bilmem hangi nesnelerle bestelenmiş, şöyle bir kulağıma çalınmış ezgilere benzeyen yarım-duygular, yarım-ifadeler. Yazarken, ölmüş çocuğunu kollarında sallayan deli bir kadın gibi kendimi sallıyorum.
oysa nereden geldiğimi bile bilmeksizin, yolların kavuştuğu yerde uyanmıştım. Bir de baktım ki bir sahnedeyim, rolümü hiç bilmiyormuşum, ötekiler ise oynamaya başlamış bile, rollerini benden fazla bilmedikleri halde. Kendimi soylu kıyafetler içinde gördüm, ama kraliçemi benden esirgediler, ayıpladılar beni. Elimde iletilecek bir mesaj vardı, onlara kâğıdın bomboş olduğunu söylediğimde benimle alay ettiler. Hâlâ bilmem niye alay ettiklerini, bütün kâğıtlar zaten beyaz olduğu için mi, yoksa mesajları sezgiyle okumak gerektiğinden mi.
Nihayet dört yol ağzında bir taşa çöktüm, hiç sahip olmadığım ocağın başına otururcasına. Ve yalnız kalır kalmaz, bana verdikleri yalanla kâğıttan gemiler yapmaya koyuldum. Kimse, bir yalancı olarak bile istemedi varlığıma inanmayı ve benim de gerçek olduğumu kanıtlayacak bir gölüm yoktu.
Bilinmedik bahçelerdeki havuzların özlemi… Asla var olmamışlara duyulan şefkat…
Her şey olsam, onlar olsam ve olmasam.
Bazı metaforlar, sokakta yürüyen insanlardan daha gerçektir. Kimi kitapların kıvrımlarında saklanan tasvirler, nice erkeklerden, nice kadınlardan daha berrak hayatlar sürerler. Bazı edebî cümleler, insanlar gibi birer kişiliğe sahiptir. Yazdığım kimi sayfalarda beni dehşete düşüren ifadeler var, o derece insana benziyor bunlar, gece karanlığında odamın duvarlarında o derece belirginleşiyorlar… İster yüksek sesle okunsun ister alçak sesle –çünkü seslerini silmek mümkün değildir–, yazdığım birtakım cümlelerin sesi, kesinlikle benim dışımda olan, bağımsız bir ruha sahip bir şeyin sesini yansıtıyor.
Bazı varlıklar saatlerce acı çekmeye, bir tablodaki figür ya da iskambil kâğıdındaki resim olamadıkları için saatlerce üzülmeye elverişlidir.
farklı zamanlara ve uzaylara sahip iki ayrı krallıkta kral olduğumu hayal edememek bana ıstırap veriyor. Somut bir acı bu. İnsanın karnının acıkması gibi bir şey.
Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş.
Hem ayrıca, imkânsız sevgililer size sahtekârca gülümsemez, yalandan şefkat göstermez, küçük hesaplarla cilve yapmaz. O sevgililer asla bırakıp gitmez ve bizim için hep vardırlar.
Günün birinde aniden ilham gelse, sanatın olanca gücü içime dolsa, uykuya bir güzelleme yazardım. Hayatta uyuyabilmekten daha büyük zevk tanımıyorum. Uyurken hayat ve sanat tamamen hükümsüz kalır, varlıklardan, insanlardan tamamen uzaklaşırsınız, hatırasız, yanılsamasız bir gecedir uyku – ve nihayet, geçmişin de, geleceğin de olmayışıdır…
İster taze olsun ister bayat, ne zaman böyle bir haber alsam içimde küçümsemeye ya da bulantıya benzeyen tuhaf bir rahatsızlık duyarım. Birilerinin kalkıp harekete geçerek herhangi bir şeyi değiştirebileceğini hayal etmesi aklımı incitir. Ne türden olursa olsun şiddeti daima, insanoğlunun özündeki aptallığın hoyrat bir yansıması görmüşümdür.
Kendi kendiyle savaşamayan insan başkalarıyla savaşır. Kendini daha iyiye götürmekten âciz olan biri reform yapmaya kalkışır.
Doğru hisseden, dürüst düşünen bir insan, dünyadaki kötülük ve adaletsizlikten rahatsızsa, gayet doğal olarak bunun önce kendine dokunan kısmını düzeltmeye çalışmalı, yani kendini. Bu zaten bir ömür boyu sürer.
Kalemimize bir solukta koca bir sayfa yazı döktüren içimizdeki dürüst taraf, ölmüş duyarlılığımızı canlandırmamızı sağlayan reform – işte budur gerçek, bizim gerçeğimiz, biricik gerçek.
tek isteğim, gökyüzünü pis bir grilikle kaplayan durgun bulutların silinip gitmesi; aralarından mavilikler fışkırsın istiyorum, açık, kesin gerçekliktir mavi, çünkü hiçbir şey değildir, hiçbir arzusu yoktur.
Hayatta en tiksindiğim şey, toplumsal ahlak edebiyatı. Sırf “görev” kelimesi bile, davetsiz bir konuk gibi batar bana. pencereden tepeme atılmış çöpler kadar sinirimi bozar.
Konuşma yetisinden ötürü başkalarını seven, yaşama hırsından dolayı onlardan nefret eden, tam olduğu gibi, yani şehvetli, bencil, kendini beğenmiş bir yaratık olarak hayatını geçiren insanoğlu, uyaksız, mantıksız kelimelerle evcilik oynamaktan ne anlar?
İnsanları yönetme sanatının temelinde iki ilke yatar: Onları baskı altında tutmak ve aldatmak.
Bence bir adamla bir ağaç arasında temel bir fark yoktur; ve hiç kuşkusuz, hangisi ortama daha çok yakışır, düşünceli gözlerimin ilgisini daha çok çekerse, onu tercih ederim. Bu bir ağaçsa, ağacın kesilmesine adamın ölmesinden daha fazla üzülürüm. Gün biterken güneşin öyle gitmeleri var ki, bir çocuğun ölümü bile yüreğimde öyle büyük yara açamaz. Her konuda kendimi hissetmeyen varlığın yerine koyarım ki o da hissetmiş olsun.
olayları bana göründüğü gibi söylemem şart, ben, ben olduğum için.
Yan yana yaşadığımız varlıkları taklit ederek oynadığımız bütün roller başımıza yıkılsa bile yılmayalım – dürüstlükten değil, sadece biz, biz olduğumuz için; biz olmak, göçüp giden dış dünyaya ait şeylerle hiçbir ortak noktamızın olmaması demektir, varlığımız diye gördükleri şeyin üstüne çökseler bile.
Eylem adamları, düşünce adamlarının gönülsüz köleleridir. Varlıklar, ancak haklarında yapılan yorumlarla değer kazanır. Sözgelimi birileri bir şeyler yaratır, ötekiler de anlam niteliği kazandırarak bunları hayata dönüştürür. Anlatmak yaratmaktır, çünkü yaşamak yaşanmış olmaktan başka bir şey değildir.
Bütün çabalarıma rağmen, aklımın dışındaki her şeyin süs olsun diye var olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
(çünkü kendi kendiyle kalmış bireyin ve sadece onun gerçek anlamda düşünme yetisine sahip olduğu göz önüne alınırsa, toplu hareketlerin samimiyetine ikna olmam çok zor).
Gerçekten ıstırap çekenler böyle sürüler halinde dolaşmaz, gruplar kurmazlar. Acı denen şey, yalnız başına çekilir. Onları görünce uyku bastırdı, ağır, bunaltıcı bir uyku.
İnsanoğullarının sürdüğü hayata alıcı gözle baktığımda, hayvanların hayatıyla arasında hiçbir fark göremiyorum. İnsanlar da hayvanlar da bilinçsizce olayların ve dünyanın ortasına fırlatılıvermişler; bazen biraz durup gönül eğlendiriyor
Kedi güneşte yuvarlanır, oracıkta uyuyakalır. İnsan karman çorman hayatın içinde yuvarlanır ve oracıkta uyuyakalır. İkisinin de yazgısı neyse o olmaktır. İkisi de var olmanın yükünü sırtından atmaya yeltenmez. İnsanların en büyükleri şana şöhrete düşkün olur; bunu tamamen kendilerine ait bir ölümsüzlükten çok, belki hiçbir şekilde ulaşamayacakları, soyut bir ölümsüzlük olarak kabul ederler.
Aklımı sık sık yoklayan bu değerlendirmelerin sonucunda, içgüdüsel olarak tiksinti duyduğum bazı insanlara karşı içimde ansızın bir hayranlık uyanıyor.
Biz geri kalanlar ise, gene hayvanca, ama kâh daha karmaşık, kâh daha yalın hayatlar sürer, seyirciye caka satarak yürümekten başka derdi olmayan sessiz figüranlar gibi sahneden geçeriz. İnsan, köpek, kedi, kahraman, bit ve
dehalar; hepimiz yıldızların sonsuz huzurunun altında aslında düşünmeden (çünkü en iyiler düşünmekten başka şey düşünmez) varoluşu oynarız.
Manzum ya da nesir bir büro çalışanı olacağım daima.
Sanki hapse girecekmişim gibi, bütün varlıklarda olan o tekdüzelik batıyor bana bugün. Oysa, iyice düşününce anlıyorum ki, asıl tekdüze olan benim. Bütün yüzler, hatta dün gördüğüm bir yüz bile bugün farklı, çünkü bugün, dün değil.
Bu yüzleri, bu alışkanlıkları, bu günleri görmek istemiyorum artık. Başka biri olmalı, hücrelerime sinmiş bu rol yapma saplantısının yorgunluğunu atmalıyım. Uyku huzurla değil, hayatla çöksün üstüme. Deniz kenarında bir kulübe, hatta dağların sarp eteklerinde bir mağara yeter bana. Ne yazık ki istemekle olmuyor.
yani kendimdeki tekdüzelikten kurtulmak uğruna bir kulübeye ya da mağaraya kaçmaya hazırım, ama, kendi varlığımın bir özelliği olan tekdüzeliği gittiğim her yere taşıyacağımı bile bile, o kulübeye gitmeli miyim acaba? Var olduğum yerde, var olduğum için göğsüm sıkışırken ve bu hastalığın etrafımı saran şeylerden değil, ciğerlerimden kaynaklandığını bilirken, daha rahat nefes alabileceğim bir yer bulabilir miyim? Katıksız güneşi ve özgür enginleri, görünen denizi ve bütün ufku deliler gibi arzulasam da, – kim bilebilir yatağımı ya da alışık olmadığım yiyecekleri, hatta sadece artık dört kat aşağı inmemeyi, köşedeki tütüncüye uğramamayı, geçerken aylak berbere selam vermeyecek olmayı yadırgamayacağımı?
Etrafımızı saran her şey bizim bir parçamız haline gelir, etin ve hayatın algılarına sızar. ağır ölümün rüzgârda sallanan hafif döşeğinde bizi yatıştırır.
Bir gün ışığı, tepemizden geçtiğini ansızın beliren gölgesinden anladığımız bir bulut, esiveren bir meltem ve dindiğinde ardından gelen sessizlik, şu ya da bu yüz, uzak sesler, sohbete dalmış seslerin arasında arada bir patlayan bir kahkaha ve sonra yıldızlarla yazılmış, duygulardan yoksun, paramparça hiyerogliflerin yükseldiği gece.
Hepimiz hırsla bir şeylerin peşinden koşarız, ama ya hırsımızı gideremeyip yoksullaşırız ya da giderdiğimizi sanır, bu sefer de zengin deliler olup çıkarız.
Bana acı veren yazdıklarımın en iyisinin kötü olması ve bir başkasının, düşlerimi süsleyen öteki insanın bu işi benden katbekat daha iyi yapacağını bilmek. Sanatta ya da hayatta bütün ürettiklerimiz, tahayyül ettiklerimizin kusurlu kopyaları olmaktan öteye gitmez. Sırf dışımızdaki değil, içimizdeki mükemmellik de bozulmaya mahkûmdur; yaptıklarımız sadece olması gerekene göre konulmuş kurallara değil, olabileceğimizi düşündüğümüz şeyin kurallarına da uymayabilir. İçimiz gibi dışımız da oyuk ve boştur, beklentilerin ve vaatlerin elinde oyuncaktır ikisi de.
Kapılarını dışarı kapatmış bir ruhun olanca sertliğiyle yazdım bu yapayalnız metinleri sayfa sayfa, her hecede yazdığımın değil, yazdığımı sandığım şeyin o sahte sihrini yaşadım! Hayatın hakaretlerine karşı aldatıcı bir intikam gibi, kalemimin yakalayamadığı bir hızla doğduğunu hissettiğim kanatlanmış anlarda, hevesle, alaycı bir büyünün etkisiyle nesrimin şairi olduğumu sandım!
çamaşırlar dans ediyor.
Ben de mutluydum, çünkü varım. İşe vaktinde gitmek gibi büyük bir hedefle, heyecan içinde çıktım evden. O gün hayatın nabzı, güneşin yeryüzünde, farklı enlem ve boylamlarda, almanakta yazan saatte doğmasını sağlayan öteki mutlu nabızla birlikte atıyordu. Mutluluğumun nedeni, kendimi mutsuz hissetmemin imkânsız olmasıydı. Huzur içinde, büyük bir güvenle yokuştan indim, çünkü çok iyi bildiğim işyeri ve orada karşılaşacağım tanıdıklar güvenilir şeylerdi.
Aslında kanaatkâr biri sayılırım: Yağmur dinsin, kutsal güneyimizin güzel güneşi parlasın, yeter bana; ve bir de üzerlerindeki koyu lekelere taban tabana zıt sapsarı muzlar, çeneye kuvvet muz satanlar – Rua da Prata’nın kaldırımları, ötelerde mavisine altın bulaşmış, yeşillenmiş Tejo, evren sisteminin bu küçük, bildik köşesi eksilmesin gözümün önünden.
Gün gelecek, hiçbirini göremez olacağım, kaldırım kenarlarındaki muzlar, cevval satıcıların sesleri, gazete satan çocuğun sokağın köşesine, karşı kaldırıma yan yana dizdiği günlük gazetelerse yaşayacak.
muzlar güneşi adeta içmiş, doğal bir ışık kaynağı gibi yansıtıyor. Ama ritüellerden, simgelerden utanan biri olarak, sokaktan bir şey almaya da çekinirim. Muzlarımı iyi saramayabilirler, adabıyla satamayabilirler, çünkü ben de adabıyla alamayabilirim. Fiyat sorarken sesim tuhaf gelebilir.
Çoğu insanın hayatı aptalca yaşamasından daha fazla şaşırdığım tek bir
şey var: aptallığın içinde bile kendini belli eden zekâ.
Sıradan hayatların tekdüzeliği gerçekten de dehşet verici. Kendimi bu
sıradan lokantada, öğle yemeği yerken buluyorum, tezgâhın arkasındaki aşçının karaltısına ve yanı başımdaki, yaşını başını almış garsona bakıyorum, garson sanırım aşağı yukarı kırk yıldır bu mekâna ve bana hizmet veriyor. Bu insanlarınki nasıl bir varoluştur? Şu insan karaltısı tam kırk yıldır neredeyse bütün gününü bir mutfakta geçiriyor; boş zamanı pek olmuyor, doğru dürüst uyku uyumuyor; memleketine nadiren gidiyor, hiç içi yanmadan, bir an bile düşünmeden dönüyor; ağır ağır kazandığı ve harcamaya niyetli olmadığı parayı ağır ağır biriktiriyor; mutfağından (bir daha gelmemek üzere) ayrılıp memleketi Galiçya’da satın aldığı toprağa yerleşmek zorunda kalsa aklını oynatır; kırk yıldır Lizbon’da yaşıyor, ne Rotunda Meydanı’na ayak basmışlığı var ne de bir tiyatroya, bir kerecik “Coliseu”ya gitti – hayatının yıkıntılarında sürünen palyaçoları seyretmeye. Nedendir, nasıldır bilmem ama, evlenmiş, dört oğluyla bir kızı olmuş – tezgâhın arkasından benim olduğum tarafa eğildiğinde gülümsemesinde insana mutluluk veren, büyük bir memnuniyet okunuyor. En ufak bir sahtekârlığı yok, zaten rol yapmasına gerek de yok. Kendini mutlu hissediyorsa, gerçekten mutlu demektir.
Ya bana servis yapan, masalara kahve bırakmakla geçmiş bir ömrün herhalde milyonuncu kahvesini şu an önüme koymakta olan şu ihtiyar garson? Hayatı aşçınınkiyle aynı, tek farkları, dört beş metrelik bir mesafeyle birinin mutfakta, öbürünün lokantanın salonunda durması.
Bu hayatları korkuyla karışık bir şaşkınlıkla izliyorum ve tam dehşet, acı ve isyan duygularım kabarırken, birden fark ediyorum ki, dehşet, acı ya da isyan duyan yoksa, bunları hissetmek ilk başta bu hayatları yaşayanların hakkıdır. Edebî imgelemin temel kusuru budur: Ötekilerin biz olduğuna, bizim gibi hissetmek zorunda olduğuna inandırır bizi. Ama ne mutlu insanlığa ki, her insan yalnız kendidir ve fazladan birkaç kişi olma yeteneği sadece dehalara bahşedilmiştir .
Meselenin özüne bakacak olursak, her şey adamına göre verilmiştir. Lokantanın aşçısını kapıya koşturan sokaktaki eften püften bir olay, en özgün düşüncenin, en iyi kitabın, yararsız hayallerimin en lezzetlisinin bile beni eğlendiremeyeceği kadar eğlendiriyor onu. Ve tekdüzelik hayatın temeliyse, doğrusu şu ki, bu aşçı bana kıyasla çok daha ustaca, hatta çok daha kolayca çıkmıştır işin içinden.
Hayatı tekdüzeleştirmek bir bilgeliktir, çünkü o zaman en küçük olay bile insanı büyüleyebilir. Aslan avcısının serüveni, üçüncü aslandan sonra biter. Bu tekdüze aşçı içinse, bir sokak kavgası ortalama bir kıyamet tadındadır. Lizbon’dan hiç çıkmadıysanız, Benfica otobüsüne binerek sonsuza kadar yolculuk yapabilirsiniz, hele de birkaç günlüğüne Sintra’ya kaçacak olursanız, Mars gezegenine gitmiş kadar olursunuz. Dünya turu yapan gezgin için, beş bin kilometreden sonra yenilikler biter: Yeniliğe boğulur neredeyse; yenilik, her seferinde yenilik, evet, şu ebediyen yeni olma masalı – ama soyut yenilik kavramı, yolda karşılaştığı ikinci yenilikle birlikte, deniz dibini boylamıştır.
Gerçek bilgeliğe ulaşmış bir insan, dünya denen gösteriyi oturduğu yerden seyrederek keyif alabilir, okuma yazma bile bilmeden, kimseyle tek kelime etmeden, sadece duyularını kullanarak, hüznü bilmeyen ruhundan güç alarak yapar bunu.
Hayatı tekdüzeleştirelim ki asla tekdüze olmasın. Gündelik hayatı sıradanlaştıralım ki en küçük bir şey bize teselli olsun. Hiç değişmeyen, donuk, yararsız hayat gailesinin ortasında birden bir firar noktası parlayıverir: uzak adaların hayalî yıkıntıları, eski zaman bahçelerinde şenlikler, başka manzaralar, başka duygular, bir başka ben. Ama muhasebe defterimle uğraşırken anlarım ki, hepsi benim olsa hiçbirine sahip olamazmışım. Düşlerdeki krallar, bizim patron Vasques’in eline su bile dökemez.
Tekdüzelik, birbirini izleyen günlerin hiç değişmeyen donukluğu; dünle bugünün birbirinden farksızlığı; ebediyen benimsemiş olayım bunları; gönül gözüm de, şu tesadüfen gözümün önünden geçen, dikkatimi dağıtan sinekten, zar zor görülen sokaktan yükselen işveli kahkahalardan, paydos vakti duyduğum engin özgürlük duygusundan, tatil günlerinin verdiği sonsuz dinginlikten keyif alacak kadar açılsın.
Kendimi her bir şey olarak düşleyebilirim, çünkü hiçbir şeyim. Herhangi bir şey olsam, kuracak düş kalmazdı. Bir yardımcı muhasebeci, pekâlâ Roma imparatoru olarak düşleyebilir kendini; İngiltere kralı ise bunu yapamaz, çünkü düşlerinde, olduğundan başka bir kral olma şansından mahrumdur o. Kendi gerçekliği başka herhangi bir şey hissetmesine izin vermez.
ölü bir sıcaklığın
Kader bana topu topu iki şey vermiştir: muhasebe defterleri ve düş yeteneği.
Düşlerimde günlük hayatı imgelerle süslemeyi, sıradanlığı olağanüstü, sadeliği dolambaçlı göstermeyi öğrendim; kuytu köşeleri, ölü eşyaları yalancı bir güneşle parlatmayı, belki bir teselli olur diye, kendimi anlattığım cümlelere ahenk katmayı.
Uykusuz bir gecenin ardından sevilecek bir tarafımız kalmaz. Uykumuz kaçtıkça, bizi insanlaştıran bir şeyleri de yanında götürmüştür. Gizli bir öfkede yüzmekteyizdir sanki, etrafımızı saran cansız havaya bile sinmiştir bu. Aslında kendimizi zayıf düşürmüşüzdür ve bu gizli savaşın diplomasisi, ben ve kendim arasında yürümektedir.
Bugün ayaklarımı ve uçsuz bucaksız yorgunluğumu sokaklarda sürüdüm. Ruhum karman çorman bir yumağa dönmüş; her ne isem ya da ne idiysem, yani ben, adını unutmuş. Bir yarınım varsa, tek bildiğim uyumamış olduğum; farklı zamanlar birbirine karışarak, tek kişilik sohbetimi bölen büyük suskunluklar yaratıyor.
Başkalarının gelip geçtiği kocaman parklar, onca insanın aşina olduğu bahçeler, beni asla tanımayacak olanların yürüdüğü muhteşem yollar! Hiçbir zaman gereksiz olmaya cüret etmemiş bir insan olarak uykusuz geceler arasında durgunca bekliyorum, tefekkürlerim biten bir düş gibi irkiliyor.
dul bir evim. Hep yan odadayım
İsimsiz, ağır bir rüzgâr havalandırmış beni, manzaranın içinde, ölen bir alacakaranlık gibi dolaşıyorum şimdi. Göz kapaklarımın ağırlığını, yerden zor kalkan ayaklarımda bile hissediyorum. Yürüdükçe uyku bastırıyor. Ağzımı öyle bir kapamışım ki dudaklarım neredeyse birbirine yapışacak. Bu yürüyüşü uçurumda bitireceğim.
Doğru, uyumadım, ama böyle daha iyi hissediyorum kendimi, hiç uyumamış olup hâlâ da uyumazken. Yarım ruhla dolaştığım, yanılgılara düştüğüm bu hali ortaya koyan beklenmedik sonsuzlukta gerçekten ben varım. İnsanlar beni çok iyi tanır görünseler de, galiba bir tuhaflık seziyorlar. Onlara baktığımı hissediyorum, göz kapaklarımın altında, hafifçe değdikleri hassas göz çukurlarımla; en önemlisi, dünya hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum.
Uykum var, çok uykum var, uykunun tamamına açım!
Ait olduğum kuşak, bir yürek kadar bir de beyinle donatılmış insanoğluna kesinlikle arka çıkmayan bir dünyaya doğdu. Bizden önceki kuşakların yıkıcı mantığı yüzünden, doğduğumuz dünya din alanında güven, ahlaki alanda destek, politik alanda barış vaat etmiyordu.
“Pozitivizm” denen o ne idüğü belirsiz şeyin içinde yüzen bu kuşaklar genel olarak ahlakı eleştirmeye, hayatın kurallarını didiklemeye koyuldular ve böylesi bir öğreti şokundan geriye, el attıkları hiçbir meseleyi çözemedikleri gerçeği ve bunun verdiği acı kaldı.
Şu anda dünya aptallara, huzursuzlara, yüreksizlere ait. Yaşama ve başarma hakkına sahip olmak için, bir akıl hastanesine kapatılmak için gereken şartları yerine getirmek zorundasınız: düşünememe, ahlaka aykırı davranma ve aşırı coşku.
Akıl hanı İnançla eleştiri arasındaki yolun ortasında akıl hanı vardır. Akıl, inanca başvurmadan anlayabileceğimiz şeyler olduğuna duyduğumuz inançtır; gene inancın bir biçimidir bu, çünkü anlamanın temelinde, anlaşılabilir şeylerin var olduğu varsayımı yatar.
Ölümden yapılmışız biz. Hayat diye kabul ettiğimiz şey, gerçek hayatın uykusu, varlığımızın gerçek halinin ölümüdür. Ölüler doğar, ölmezler. İki dünyayı ters sırayla biliriz biz. Yaşadığımızı sanırken ölüyüzdür; ölümle pençeleşirken yaşamaya başlarız.
Sanat, hayatın inkârı değil midir? Bir heykel, ölümü çürümez bir maddeye hapsetmek üzere şekillendirilmiş, ölü bir bedendir .
Yaşama eylemi bile ölmeye denktir, çünkü hayatta yaşadığımız fazladan tek bir gün yoktur ki, tam da fazla olduğu için aslında eksik bir gün olmasın.
En yücelerimizin tek üstünlüğü, her şeyin boş ve kaypak olduğunu daha iyi biliyor olmalarıdır. Belki de bir yanılsama kılavuzluk ediyor bize; ama bunun bilincinde olmadığımız kesin.
Günün birinde hayatımı düzene sokup güvenceye aldıktan sonra, canımın
çektiği kadar yazıp, istediğim kadarını yayımlatma fırsatını yakalarsam, biliyorum ki az yazdığım, yazdıklarımı da yayımlatmadığım bu belirsiz hayatı çok özleyeceğim. Bu hoyrat hayat çoktan geçmişte kalmış, dolayısıyla bir daha kavuşamayacağım bir hayata dönüşmüş olacağı için değil sadece; her hayat tarzının kendince bir özelliğinin, ayrı bir zevkinin olması var bir de; farklı bir hayat tarzını benimsediğimizde, böylesi daha çok hoşumuza gitse bile, hayatın o özel zevkinin tadı kaçar, kendine has özelliği de cazibesini yitirir: Eskiye ait zevk de, o özellik de, arkalarında bir boşluk bırakarak silinmişlerdir.
Günün birinde sırtımda haç gibi taşıdığım tasarılarımı azap yolumun nihayetine ulaştırmayı başarırsam, bu başarıdan bile azap duyacağım ve değersiz, kaba, kusurlu olduğu günleri özleyeceğim. Öyle ya da böyle, biraz azalmış olacağım.
Uykum var. Boş sayılabilecek büroda saçma sapan bir işle uğraşırken gün uzadıkça uzadı. İşyerindekilerin ikisi hasta, ötekilerse başka yerde. Kendi köşesine çekilmiş olan ayakçı çocuk sayılmazsa yapayalnızım. Günün birinde saçma da olsa bir özlem duyabilmeye yönelik o şüpheli olasılığı özlüyorum.
Neredeyse yalvaracağım tanrılara, tabii var iseler; beni bir kasanın içinde tutar gibi korusunlar, gönül yaralarından da, hayatın verebileceği sevinçlerden de esirgesinler diye.
Rasgele yürür, kendimdeki bir kitabı okumaksızın karıştırırım, aptal Kader’in salyasını düşündürür bu.
Gecenin çökmesini seyreden bir adamın ruhu ne kadar farklıdır. Anlatılmış bir hikâye gibiyim,
Kendi kendimin seyircisiyim ben.
İdeali, bir fıskiyenin uyduruk hareketiyle yetinmek olabilirdi – yükselip aynı yere düşmek, hiçbir yararı kalmamış güneşin altında, düş görenler düşünde nehirler görsün, dalgınca gülümsesin diye, gecenin sessizliğinde rasgele gürültü çıkaran, anlık bir parıltı olmak.
Hava güneşliydi, ne var ki kimsede güneşe bakacak hal yoktu.
Ne hazindir ki yaz ortasında lamba yakmak zorunda kaldık, önce salonun dip tarafında, malların paketlendiği yerde, sonra odanın ortasında da, çünkü irsaliyeleri hatasız yazmak, trenlerin sefer numaralarını kaydetmek giderek zorlaşıyordu. Saat dörde gelirken, pencereye yakın oturan biz şanslılar da güzelim ışığımızdan mahrum kalmıştık.
Neyi istediğimi ya da istemediğimi bilmiyorum. İstemeyi bilmez oldum, nasıl istendiğini bilmiyorum, normalde istediğimizi ya da istemeyi istediğimizi bize belli eden duyguları ya da düşünceleri anlayamıyorum. Ne kim olduğumu biliyorum, ne ne olduğumu.
Şu iğrenç saat, ya olur hale gelecek kadar azalsın ya da bir sonu olacak kadar büyüsün. Hayatı gömüyorum. Hiçbir şeyim, herhangi bir şeyin akışını kesintiye uğratmıyor.
Gün ortasında uyuklayan, sarhoş bir köleye benziyorum – tek bedende iki acizlik hali birden.
gözümde bütün hayatı temsil eden Rua dos Douradores’teki değersizliği, gevşekliği, yakışıksızlığı, sahteliği – kendi kadar iğrenç çalışanlarla dolu şu iğrenç büro, içinde bir ölünün yaşadığı sayılmazsa yaprak bile kımıldamayan şu kiralık oda, sokağın köşesindeki şu bakkal ve tanıyıp da tanımadığım sahibi, ihtiyar kahvenin önünde duran gençler, ötekilere pek benzeyen her bir günün sıkıntı veren yararsızlığı, tek dekorla, üstelik ters kurulmuş bir dekorla oynanan bir dramdaki gibi, hep aynı yüzlerin geri gelişi…
Ve düş, kendimde kendimden kaçmanın utancı, varlığımda ruhun böylesi pisliklerinden başka bir şey olmamasının rezilliği; başkalarınınsa bu pislikleri sadece horlarken çizdikleri ölüm resminde, akıllı bitkilere benzeyecek kadar sakinleştiklerinde, uyurken görmeleri!
Caesar, hırsı çok güzel tarif etmiş: “Roma’da ikinci olacağına, köyde birinci ol!”
İstemediklerimi yapmaktan, sahip olamayacaklarımı düşlemekten bir türlü vazgeçmememin, durmuş bir meydan saati kadar saçma bir hayatı (yaşayarak?) sakız gibi uzatıp durmamın sebebi budur işte.
Sıradan insan, hayat ne kadar çetin gelse de, en azından fazla düşünmeyerek mutlu olabilir. Hayatı kendi dışında bir şey olarak, kediler köpekler gibi gelişine göre yaşamak
Düşünmek, yıkmak anlamına gelir. Düşünce süreci içinde, düşüncenin kendisi bizzat bu işi üstlenir, çünkü düşünmek, düşünülen şeyi parçalara bölmekle olur.
Yağmurlu gün
Havayı buğulu bir sarılık sarmış, kirli beyaz bir şeyin arkasından bakınca görülen, solgun sarıyı hatırlatıyor. Kurşuniler arasında sarılar belli belirsiz. Ama kurşuninin solgunluğu, hüznünde biraz sarılık gizliyor.
Zaman çizelgesinde meydana gelen en ufak bir aksaklık, insanın ruhuna
yeni şeylerin soğukluğunu hissettirir, hafif rahatsız edici bir zevk verir. İşten altıda çıkmaya alışkınsanız, günün birinde saat beşte çıktığınız anda zihninizin derhal tatile girdiğini fark eder, bir yandan da kendinizi nasıl oyalayacağınızı bilememenin sıkıntısına benzer bir duyguyla tanışırsınız.
Dün uzak bir yerde bir işim olduğu için bürodan dörtte çıktım, beşte uzaktaki işimi halletmiştim bile. O saatlerde sokaklarda dolaşmaya alışık olmadığımdan, kendimi bambaşka bir şehirde buldum. Her zamanki binalarda ağır ağır oynaşan ışığın tonlarında boş bir güzellik vardı, her zamanki yayalar, dün akşamki filodan yeni inmiş denizciler, bu komşu şehirde karşıma çıkıyordu.
O saatte bizim işyeri hâlâ açıktı. Ben de oraya döndüm, ertesi sabah gelmek üzere ayrılmış olduğum için, haliyle herkes şaşırdı. Nasıl, dönmüş müydüm? Evet ya, dönmüştüm. Oradayken, tinsel açıdan konuşacak olursak var olmaksızın etrafımı saran insanların arasında bir başımayken, hissetmemekte özgürdüm… Büro bir bakıma benim yuvam, yani hiçbir şey hissedilmeyen yerdi.
Bazen hüzünlü bir hevesle, günün birinde, bir parçası olmayacağım bir
gelecekte bu sayfaları beğenenler çıkarsa, nihayet beni “anlayan” birine, içinde doğup sevilebileceğim gerçek bir aileye kavuşmuş olacağımı düşlerim. Ne var ki, doğmak şöyle dursun, o zaman çoktan ölmüş olacağım ben.
Günün birinde, yüzyılımızın oldukça büyük bir bölümünü yorumlamayı görev bildiğim –hatta doğuştan gelen bir özellik diyebilirim buna– ve bu işi herkesten iyi yaptığım anlaşılacak; ve o gün, kendi zamanımda anlaşılamadığım, ne yazık ki kayıtsız ve soğuk insanların arasında yaşadığım yazılacak, başıma gelenlere ah vah edilecek. Ve bütün bunları yazan kişi, kendi zamanında yaşayan ya da şimdi etrafımda olan benim gibi insanları anlayamamakla büyük bir günah işlemiş olacak. İnsanoğlu ancak, çoktan göçmüş dedelerinin işine yarayacak türden şeyler öğrenir. Hayatın gerçek kurallarını ancak ölülere belletmeyi biliriz.
En tepede, başka bir pencerede insanlar iş denen şeyin bitmesini seyrediyor. Yanımdan sürtünerek geçen şu dilenci, kim olduğumu bilse şaşırıp kalırdı.
yararsız akşamdan yükselen melankoli, yüreğime işleyen, yanında sisler getirmeyen bir bulut. Usulca, tatlılıkla iniyor o anlaşılmaz solgunluk, suyla yoğrulmuş gün sonunun mavi saydamlığı
Farklı iklimler olarak hayal ediyorum kendimizi, üzerimizde başka yerde patlayacak kasırgaların ağırlığı var.
Kendi kendimi alaycı bakışlarla izlerken, ne olursa olsun hayatı seyretmekten de hiç vazgeçmedim. Ve artık, bütün muğlak umutların hüsranla sonuçlanacağını kabullenmiş biri olarak, umutla hayal kırıklığını aynı anda tatmanın özel zevkinin ıstırabı içindeyim, hem acı, hem tatlı bir yemeğe benziyor bu, acıyla tatlı arasındaki zıtlık, tatlıyı iyice bala çevirmiş.
Yolda yürürken gözüm evlenme çağına gelmiş bir genç kızın siluetine ilişse, gayet kayıtsız bir edayla bir an için o benim olsa ne hissedeceğimi hayal etsem, hayalimin on adım ötesinde genç kız mutlaka bir adamla buluşur, o da ya kocası çıkar ya âşığı. Romantik biri bundan bir trajedi çıkarırdı; bir yabancı ise aynı olayı bir komedi gibi yaşardı; ben ise ikisini harmanlarım; çünkü benliğimin derinlerinde romantik, kendime karşı ise bir yabancıyım; sonra da yeni bir ironi sayfası açarım.
Bugün ne umut besleyen, ne de umutları kırılan biri olarak bana göre hayat, benim de dahil olduğum basit bir çerçevedir, sırf göz zevkine hitap eden, belli bir konusu olmayan bir gösteri gibi izlerim onu
Aslında varlığımın büyük bir kısmını yazdığım metinler oluşturur; bölümler ve paragraflar halinde ilerlerim ben, kendime noktalama işaretleri serpiştirir, imgeler çılgınca kapışılırken çocuklar gibi gazete kâğıdından kaftanımla kral olurum ya da kelime öbeklerini bestelerken, kupkuru, ama düşlerimde hep canlı kalan çiçeklerden, deliler gibi taçlar takarım başıma.
Bir roman kahramanı, okunmuş bir hayat olup çıktım. Hissettiğim her şey, sadece ve sadece (bütün çabalarıma rağmen), yazılmak üzere hissediliyor. Ne düşünürsem anında kelimelere dökülüyor, imgelere karışarak bozuluyor, belli ahenklere kavuşuyor, ne var ki o ahenkler de çoktan başka şeye dönüşmüş oluyor. Kendimi durmadan sil baştan kurgulamaktan mahvoldum. Kendimi düşünmekten düşüncelerim haline geldim, ama artık ben değilim. Kendime iskandil salladım, sonra iskandili bırakıverdim elimden; ömrüm, derin miyim, değil miyim diye düşünmekle geçiyor, ama artık bakışlarımdan başka iskandilim yok, baş döndürücü bir kuyunun kara aynasında, kendi yüzümü gösteriyor bana bakışlarım, yüzü onu seyretmemi seyrediyor.
Ve gözyaşsız yaşlara benzeyen bir şey donup kalmış gözlerimi yakıyor, var olmamış bir sıkıntıya benzeyen bir şey kupkuru boğazıma oturuyor. Ama ağlamış olsam, ne, ne uğruna ağlamış olacağımın farkındayım, ne de niye ağlamadığım biliyorum.
Gerçek hayatta Mr. Pickwick’le tanışamadıklarına ya da Mr. Wardle’la el sıkışamadıklarına samimiyetle üzülen insanlar vardır. Ben de bunlardan biriyim. Roman bittikten sonra, o devirde, o insanlarla, benim için sapına kadar gerçek olan o insanlarla yaşamadığım için hüngür hüngür ağlamışımdır sahiden de.
Görünüşe bakılırsa uygarlıklar sırf sanat ve edebiyat üretmek için var, kelimelerse onlardan bize kalan, bizimle konuşan şeyler.
En fazla ıstırap veren duygular, en can yakan heyecanlar, aynı zamanda en saçma olanlardır
Bilincin bu yarım tonları içimizde acı verici bir manzara, varlığımızın sonsuza dek süren gurubunu çizer. O an kendimize karşı, giderek karanlığa gömülen ıssız kırların uyandırdığı duygulara kapılırız; uzak kıyılar arasında kapkara sularıyla, olanca berraklığıyla akan, gemilerin geçmediği bir nehrin kıyısındaki kamışların hüznüdür bu.
Acaba bu duygular sıkıntıdan kaynaklanan gizli bir deliliği mi açığa vuruyor, yoksa bir vakitler yaşadığımız başka dünyaların bizde kalmış bulanık anıları mı – rüyada görülen şeyler gibi iç içe geçmiş, karışmış, bize saçma görünse de kökenleri – tabii kökenlerini biliyorsak – hiç de öyle olmayan, bulanık anılar. Başka varlıklar olmuş mudur, diye soruyorum kendime,
olsa olsa hayal edebileceğimiz sağlam yapılarını kaybettikten sonra, şu yaşadığımız gölge halinin iki boyutuna düşmüş varlıklar.
Dünyayı kaybettim.
Zaman! Geçmiş! Ansızın herhangi bir şey – bir şarkı, tesadüfen burnuma gelen bir koku ruhumda anıların tıpasını çekiveriyor …
Üç günlük tatilde, kendimin beni bulamayacağı bir yerde, iki minyatür burunla dünyanın geri kalanından kopmuş minicik bir koyu olan, küçük bir sahilde inzivaya çekildim. Kıyıya, en tepedeki basamakları ahşap olan ilkel bir merdivenle iniliyordu, tam ortaya gelince basamakların yerini kayanın farklı seviyelerine açılmış oyuklar alıyordu, iki yandan da pas tutmuş demirden bir tırabzan uzanıyordu. Ve bu ihtiyar merdivenden her indiğimde, özellikle de ayaklarımın altında taş basamakları hissettikçe, öz varlığımdan çıkıp kendimi buluyordum.
sanki bir yerlerde öylesine göz gezdirdiğim şeylerdi bunlar, basılmış bir biyografinin cansız sayfaları, herhangi bir romanda kendimizi vermeden okumakla, romanın bel kemiğini kırdığımız yan hikâyelerden biri.
Ve bunun üzerine, yalnızca gerçekdışı bir uçak gibi göğün yücelerinde esen rüzgârın ya da dalgaların uğuldadığı sahilde, yeni bir düş türüne bırakıyordum kendimi – biçimsiz, uçucu şeylerdi bunlar, büyük gerçeklerin derinlerinden yükselen, denizin oynak kıvrımları gibi yankılanan, gök ve su kadar saf, imgesiz ve heyecansız, derin duygular; uzaklarda eğriler çizen, kıyıya yaklaştıkça yeşile dönen, saydam tirşe tonlarının yanıp söndüğü, titrek mavi bir deniz; nihayet pes eden binlerce kolunu tıslayarak koparıp kararmış kumlar, köpükten salyalar olarak ortaya serdikten sonra – çatlayan dalgaları, kökenlerdeki özgürlüğe dönüşleri, tanrısallık özlemlerini ve anıları (sözgelimi eski bir zamanın acı vermeyen, şekilsiz anısını ya da şu ya da bu sebeple sadece mutlu bir anıyı) bağrında topluyordu deniz – köpük ruhlu koca bir özlem kalabalığıydı bu ve sonra huzur, ölüm ve hayat denen kazazedelerin sığındığı adayı kuşatan o engin umman, her şey ya da hiçlik.
Uykusuz uykular uyuyordum, bütün duyularımla gördüğüm şeylerden kopmuş oluyordum çoktan Aileden de, bir can yoldaşından da yoksun olmanın güzelliği
Aileden de, bir can yoldaşından da yoksun olmanın güzelliği
Düşlere fazla önem vermek, öyle ya da böyle bizden koparak, karınca kararınca gerçeklik mertebesine erişmiş ve böylece, kendisine kibarca davranmamızı beklemeye olan kayıtsız şartsız hakkını kaybetmiş bir şeyin üzerine fazla düşmek olur.
Sıradanlık bir yuvadır. Günlük hayat bir ana gibi kucak açar insana.
Büyük şiirin içinde yüce arzuların zirvelerine doğru, aşkın ve okült şeylerin doruklarına doğru uzun bir yolculuk yaptıktan sonra, mutlu aptalların kahkahalarla güldüğü hana dönmek müthiş iyi gelir, hayatın bütün sıcaklığına kavuşmuş oluruz böylece
Deli ya da aptal gözüyle baktığım bir adamın, pek çok farklı konuda ya da hayat memat meselelerinde sıradan bir insanı alt etmesi beni hiç şaşırtmaz. Saralılara kriz anında inanılmaz bir güç gelir; normal insanlardan pek azı paranoyaklar gibi mantık yürütebilir; çok az demagog (belki de hiçbiri) dinle bozmuş manyaklar kadar büyük kalabalıklar toplayabilir etrafına, üstelik insanlara onlar kadar yüreklilik de aşılayamaz. Bütün bunlar, sadece deliliğin delilik olduğunu kanıtlar. Çöl ortasında ruhun kör olmasından ibaret, her şeyden kopuk, bomboş, yapayalnız zaferlerdense, insanı çiçeklerin güzelliğinin farkına vardıran bozgunları tercih ederim.
şarapsız kalmam, ama şaraba ekmek ya da hayati bir ihtiyaç gözüyle de bakmam.
Günün yükselmesinden çok önce, bu aydınlık şehrin güneşe dair alışkanlıklarının tersine olarak, sayısız evin, harap boşlukların, yerin ve binaların girintilerinin üzeri, güneşin yavaş yavaş yaldıza buladığı incecik bir sisle örtülmüştü.
Şehrin yüzündeki maske kayıp gittikçe, altındaki çizgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Kırda şafak seyretmek bana iyi gelir; şehirde şafak ise hem iyi hem kötü gelir ve bu iyi gelmesinden daha iyidir. Beynim bütün hissettiklerimi uyuyor.
Bu ağır gün sonu
karanlık insanların ayrıcalıkları paramparça kâğıtlar gibi şiddetli rüzgârların estiği yollara saçılmış, engellere takılıp kalmıştır. Başkaları gelecek, eski insanların penceresinden sarkacak;
çırılçıplak soyulmuş sıkıntının bir ıslığı gibi,
Bulutlar… Bugün gökyüzünün farkındayım, ona bakmadığım, daha çok hissettiğim günler de oluyor – çünkü şehirde yaşıyorum ben, şehri barındıran doğada değil.
Kendimizi ne kadar kandırabildiğimizi düşündükçe, yok olmuş kesin inançların yorgun ellerimin arasından incecik kumlar gibi aktığını hissediyorum.
Benim ahlakım son derece yalındır – kimseye ne iyiliğin dokunsun ne kötülüğün
Birini eğitmeye ya da yetiştirmeye kalkışırsam, bu yüzden ne rezaletler çıkacağını bilebilir miyim? Kafamda dolaşan şüphelerden dolayı ayağımı denk alırım. Hem ayrıca bana öyle geliyor ki yardım etmek ya da öğüt vermek, yanlış bir şekilde, bir başkasının hayatına müdahale etmek demek. İyilik, şımarıkça bir huydur: Başkalarını şımarıklıklarımıza kurban etmeye hakkımız yok, insani niyetlerle ya da şefkatle hareket etsek bile. İyilikler, bize zorla benimsetilmiş şeylerdir: İşte bu yüzden, açıkça tiksiniyorum onlardan.
Öte yandan, ister istemez üzerime ağırlık yapacak olsa bile, birilerini sevmeye de karşı değilim.
tıpkı beni çok seven bir amcamın cenazesinden döndüğüm, bilmediğim bir yükün üzerimden kalktığını duyduğum o uzak akşamüstünde olduğu gibi.
Başkalarıyla işbirliği yapmak, birlikte hareket etmek, onlara bağlanmak; hep metafiziksel açıdan hastalıklı bir itkinin ürünü bunlar.
Başkalarıyla birlikte hareket ettiğimde en azından bir şeyi kaybetmiş olurum: tek başıma hareket etme imkânını.
(Başkasına?), içimi döktüğümde sanki büyümüşüm gibi gelir, oysa aslında küçülmüşümdür. Başkalarıyla yaşamak, ölmektir .
Yetişkinlerin hayatı, başkalarına sadaka dağıtmakla geçer. Hepimiz başkalarının sadakalarıyla yaşarız. Kişiliğimizi, yan yana var olma denen rezilce âlemlerde harcarız.
İletişim yolu olarak bir tek yazılı söz hoş görülebilir
Anlatmak, inanmayı reddetmek demektir.
Yazdıklarını yayımlatan bir yazarın önündeki yegâne şerefli seçenek, hak ettiği başarıya kavuşmamasıdır belki de. A Yazmamalı demiyorum, çünkü o zaman yazar olmaz.
Yazmakla düşlerimizi nesnelleştirmiş, bir dış dünya yaratmış oluruz, yazarlığımızın bize sunduğu [?] bir ödüldür bu dış dünya. Yazdıklarımızı yayımlattığımızda ise, o dünyayı başkalarına sunmuş oluruz; fakat, onlarla ortaklaşa sahip olduğumuz tek dış dünyanın gerçek “dış dünya”, maddenin, görünebilir ve dokunulabilir âlemin dünyası olduğunu bildikten sonra, bu neye yarar? Bendeki dünyaya ötekiler nasıl ortak çıkabilir?
Ne zaman dürüst olduğumuzu asla bilemeyiz. Belki de hiç değilizdir. Ve bugün dürüst davranıyorsak, yarın, tam tersi bir nedenden dolayı da aynı şekilde davranabiliriz.
Duygularımızı dışa vurduğumuzda, onları gerçekten hissetmekten çok, hissettiğimize kendimizi ikna etmeye çalışıyoruzdur .
Görüş sahipleri, kendilerini kendilerine satmış insanlardır. Görüş edinmemek, var olmaktır. Bütün görüşlerin sahibi olanlara ise şair denir.
Bazen edebiyat çekmecelerimin her zamanki dağınıklığının arasında, on yıllık, on beş yıllık, hatta daha eski metinlere rastladığım oluyor. Çoğu bir yabancının eseri gibi geliyor; içlerinde kendimi göremiyorum. Biri onları yazmış… ve o benmişim. Yazdıklarımı hissetmişim tabii, ama başka bir hayatta, bugün bir başkasının uykusundan uyanırcasına uyanacağım başka bir hayatta.
Tanrım, kimin izleyicisiyim ben böyle? Kaç kişiyim? Ben kimdir? Kendimle ben arasındaki bu mesafe nedir?
Her istediğimi elde edebilirim, yeter ki kendimde olsun.
İsterim ki bu kitabı okuyunca, şehvetli bir kâbus görmüş gibi olun.
Eski ahlak, bizim için katıksız estetiğe dönüşmüş durumda… Toplumla ilgili şeyler ise, bugün tamamen bireysel…
ben kendimde onlar iken
Güneşin görmediği renkli cephelerde, renklere bambaşka bir grilik bulaşmaya başlamış. Çeşit çeşit boyalara bir tür soğukluk sinmiş. Sokaklardaki yalancı vadilerde belirsiz bir kaygı uyuyor. Uyuyor, sakinleşiyor. Ve yavaş yavaş, yükseklerde salınan bulutların yere bakan yüzündeki ışıltılar kararmaya başlıyor; bir tek ak bir kartal gibi her şeyden uzak, her şeyin üzerinde süzülen şu küçük bulutta, güneşin güleç yaldızından izler kalmış.
hiçlik kırıntıları
hayat parçaları
loş bataklıkların
anımda götüremeyeceğim mülklermiş gibi […] kabalık parçaları
Varlıklardan yükselen muazzam bir yorgunluk
Bağırmak isteyecekken yakalıyorum kendimi
yararsız, boş ve uzak bir şey olarak düşünülmeye bile layık gelmiyor
bir insan yanılsaması, bir varlığın mekânı
Cümle, benim biricik gerçekliğimdi. Cümle söylendiği anda her şey tamamlanmış demekti Ve sonra hayat geldi
Yüksek perdeden
Solgun bir yıldırımın çift ağızlı bıçağı
En iyi dalgınken görüyorum.
Bilincimin dudaklarına
Şiiri bir ara seçim, müzikten düzyazıya salt bir köprü olarak görüyorum.
Korkuluk görevi görür
Sadece yaşamak için evler yapacağız, evler bunun için var. Şiir gelecekte, sadece çocukların düzyazıya yaklaşmasına hizmet edecek; çünkü hiç kuşkusuz şiir çocuksu, belleği eğiten, başka şeylere yardımcı olan, iyi bir ilk adımdır .
Her şeyin bir karşılığı var. Gün batımlarından asla bahsedilmeyen klasikleri okudukça, nice gün batımlarını bütün incelikleriyle kavrayabilir hale geldim. Varlıkların, seslerin ve biçimlerin farklı değerlerini ayırt etmemizi sağlayan
cümle kurma yeteneğiyle, gökyüzünün ne zaman yeşil olduğunu, sarının neresinde göğün yeşilimsi mavisinin saklanabileceğini anlama yeteneği arasında bir ilişki var.
Sanat, insanın eylemi ya da hayatı başından atmasına denir.
sanat, coşkunun zihinle ifadesidir.
duygunun gerçek hayatta ifade edilemeyen artıklarından da sanat eseri doğar
Rahatsızlığım sadece yazdığım dizelerden kaynaklanmıyor: Yazacaklarımın da beni daha fazla tatmin etmeyeceğini biliyorum.
Öyleyse niye yazıyoruz? Çünkü, vazgeçelim diye nutuklar atsam da, aslında ne yazmayı tam olarak öğrenebildim, ne de düzyazı ya da şiire olan zaafımdan kurtulabildim. Ben çile doldururcasına yazmak zorundayım. En kötüsü de yazdıklarımın külliyen işe yaramaz, kof, bulanık olduğunu bilmek.
Daha küçücükken şiir yazardım. Korkunç dizelerdi yazdıklarım, ama bana kalırsa hepsi mükemmeldi. Kusursuz bir eser ortaya koyduğunu sanmanın verdiği o aldatıcı zevki bir daha asla tadamayacağım. Bugün yazdıklarım o zamankilerden katbekat iyi; hatta en iyi şairlerin yazdıklarını bile geçer. Ne var ki, tam olarak nedenini bilemesem de, yazabileceklerimin, hatta kim bilir, belki de yazmam gerekenlerin alabildiğine altında olduklarını hissediyorum. Ölmüş bir çocuğa, ölmüş bir oğula, solup gitmiş son bir umuda ağlar gibi ağlıyorum çocukluğumun kötü şiirlerine.
Hayatta mesafe kat ettikçe, aslında birbirini tutmayan iki gerçeğe daha çok ikna oluruz. Bunlardan birincisi, hayatın gerçekliğinin karşısında, sanatın ve edebiyatın tüm kurgularının çok soluk kaldığıdır. İnsana gerçek hayattakine göre çok daha soylu zevkler yaşattıkları doğrudur; öyle ya da böyle, hayatta bilmediğimiz duyguları bize yaşatan, hayatta bir araya gelemeyecek biçimleri yan yana getiren düşlere benzerler. Sanat ve edebiyat sonuçta birer düştür, günün birinde uyandığımız, önümüzde ikinci bir hayatın yolunu açabilecek anılar ya da pişmanlıklar bırakmayan düşler.
Öbür fikir de şu ki, mademki her soylu insan hayatı sonuna kadar yaşamak, her şeyi, her yeri, tadılması elzem görünen bütün duyguları tecrübe etmek ister ve mademki bu imkânsız; bu durumda hayatın tamamı sadece öznel olarak yaşanabilir ve bütün özüyle yaşanabilmesi için de inkâr edilmesi gerekir.
Ve nihayet ne mutlu her şeyden vazgeçene; her şeyden vazgeçtiğine göre hiçbir şeyi elinden alınamayacak, eksiltilemeyecek olana.
Ne tatmin olabiliyor, ne de rahatlayabiliyorum
Arzu etmediğimi arzuluyorum, sahip olmadığım şeye sırt çeviriyorum. Ne hiç olabilirim ne her şey: Sahip olamadığım şeyle isteyemediğim şey arasında bir köprüyüm.
Ömrümde yalnızca bir kez gerçekten sevildim. Yakınlık görmekse, hayatım bununla geçti, hem de herkesten yakınlık gördüm.
oldum olası kavrayamadığım şey, “nasılın nasılı”dır.
piyangoda büyük ikramiye vurmuştu sanki, fakat verdikleri para piyasada geçmiyordu.
Sevilmek, gerçekten sevilmek nasıl büyük bir yorgunluktur! Başkasının heyecanlarının yükü haline gelmek nasıl bir yorgunluktur!
Bir şeye ait olmak – bayağılığın doruğu. İlke, ideal, kadın ya da meslek – hepsi birer zindan ve pranga. Var olmak, özgür kalmaktır. Hırs bile, ondan kendimize gurur payı çıkarırsak bir yüke dönüşür: Bir ipin ucunda oynayan kuklalar olduğumuzu anlayabilsek, gurur duyulacak bir özellik bulamazdık onda.
Kalemimi masaya atıyorum, çalıştığım eğimli yüzeyde yuvarlanıyor ve yakalamadığım için geri geliyor. Bir anda anladım her şeyi. Hissetmediğim bir öfkenin emrettiği şu harekette ansızın kabaran bir neşe vardı.
Bir hayat düzeni için notlar
Başkalarına hükmetmeye ihtiyaç duymak, onlara ihtiyaç duymak anlamına gelir. Dolayısıyla şef, başkalarına bağımlıdır .
Kişiliğini hiçbir yabancı unsur eklemeden büyüt, başkalarından hiçbir şey istemeden, başkalarına hiçbir zaman emretmeden, ama ihtiyacın olduğunda ötekiler olmasını bilerek.
İhtiyaçlarını en aza indir ki, hiçbir konuda başkalarına bağımlı olmayasın.
Böyle kayıtsız şartsız bir hayat elbette imkânsızdır. Ama göreli olarak düşünüldüğünde imkânsız değildir.
İşyerindeki bir patronu hayal edelim. Gerektiğinde herkesi defterden silebilecek durumda olmak, daktilo yazmayı, muhasebe tutmayı ve temizlik yapmayı bilmek zorundadır. Dolayısıyla, sadece zaman kazanmak için başkalarına ihtiyaç duymalıdır, yetersiz olduğu için değil. Getir götür işleriyle uğraşan çocuğa “Şu mektubu postaneye götürün,” diyorsa, vakitten tasarruf etmek için yapmalıdır bunu, postanenin yolunu bilmediğinden değil. Yanında çalışanlardan birine “falanca yere gidip filanca işi halledin” diye, işi kendi halletmekle vakit kaybetmek istemediği için demelidir, yoksa nasıl halledeceğini bilmediğinden değil.
Tarde’a göre hayat, yararsız olandan geçerek imkânsıza ulaşmaya çalışmaktan ibarettir. İnsan her şeyden bıkar, anlamak hariç. Bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.
göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz, bir estet tavrıdır bu, çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz, anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız.
Ama geçici olarak da olsa, başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız. İçimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez, sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu.
Varlığım, yorganın altında da, insanların arasında da, hep aynıydı: Acılar içinde dünyanın bilincine varmış durumdaydı.
bastırılmış duyarlılığımızı saran
İnsan ruhu karikatürlerin yaşadığı bir tımarhanedir.
adı konulmuş bütün utançlardan daha derin bir edep olmasa,
Sahteliğin bu döküntülerinin tek işlevi, bizi kendi sahteliğimizden çekip çıkarmaktır.
Kendimi bulursam kaybediyorum, inanırsam şüphe ediyorum, eğer zaten elde etmişsem sahip olmuyorum. Gezinir gibi uyuyorum, ama uyanığım. Uyurmuş gibi uyanıyorum ve kendime ait değilim. Hayat nihayetinde upuzun bir uykusuzluktur, düşündüğümüz ve yaptığımız her şey, onu bölen, ayıltıcı sıçramalardır.
Tam olmaya duyduğum açlık, beni bu gereksiz hüzne gark etti.
Her şeyi çürümüş, boş gören bir başkası ise, yazdıklarını dünyanın zerre kadar umursamadığını, bildiklerini öğretmek için verdiği emeklerin yararsız olduğunu, zannettiğinin aksine heyecanını asla başkalarına aktaramayacağını keşfettiği gün, beyninden vurulmuşa dönecektir.
Y aşadıklarımızı, dikkatimizle değil de, hayatımızla katıldığımız bir romandaki olaylar ya da bölümler olarak görsek. Ancak bu tavır sayesinde kötü günlerin, hayatın cilvelerinin üstesinden gelebiliriz.
başkalarında benimseyebileceğimiz, uygun bir hayat bulamamanın rezilliği.
Yaratmak için doğmuş olan ruhlar için ise, yaratıcı güçlerin başarısızlığa mahkûm olduğu bir toplumda, diledikleri gibi şekillendirebilecekleri tek evren, düşlerindeki toplumsal dünya ve ruhlarının içedönük kısırlığıydı.
Kendini ortaya koymuş olan küçükler kadar, başarısızlığa uğramış olan büyüklere de “romantik” diyoruz.
Jean-Jacques Rousseau modern insandır, ama herhangi bir modern insana göre daha yetkindir. Onu başarısızlığa sürüklemiş olan zayıflıklardan bile –hem kendisini, hem bizi mutsuz etme pahasına!– zafere ulaşmak için güçler çıkarmasını bilmiştir.
Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de, duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.
Gene de yaratmak isterdim, hem de çok…
Biricik gerçek sanat inşa sanatıdır. Ama modern çevre zihnimizin inşa
etmek için gereken niteliklere sahip olmasını kesinlikle engeller.
Yaratma gücü bir dayanak noktası ister: Gerçeklikten ibaret bir koltuk değneği.
Okuyamıyorum, çünkü aşırı sivrilmiş olan eleştirel mantığım yüzünden
hatalardan, kusurlardan, daha iyi olabileceklerden başka şey görmüyorum.
Nesneleri ve insanları masumane seyretmek tatmin etmez beni, çünkü derinleşme arzusu karşı konulur gibi değil
İlgi alanım ne olursa olsun, hep az okudum. Ama okuduğum kadarında, birbirine zıt bir sürü teoriyle karşılaşmaktan bıktım, hepsine uzun uzun kafa yorulmuş, hepsi makul ve hepsi seçilmiş bazı olayların üzerinde şekillenmiş, oysa olayların tamamını barındırıyor gibiler.
Mantık ve sağduyu namına bende ne varsa, hepsini, kendini savunmak için bir mantık aramaya bile tenezzül etmeyen şüpheci bir bakışa aktardım.
Başkalarıyla temasımı mümkün olduğu kadar azalttım.
Şan şöhret arzusundan adım adım soyundum, tıpkı yorgunluktan bitap düşmüş bir adamın, rahat etmek için üstündekileri çıkarması gibi.
Duyumlar ihtiyarlattı beni… Düşünceler doğurayım derken yıprattım kendimi…
Sonsuzluğa ulaşmak için –bence ulaşılabilir–, bize sağlam bir liman gerek, tek bir liman, oradan da Sınırsız’a yelken açacağız.
Bugün kendi dinimde münzeviyim. Bir fincan kahve, bir sigara, bir de düşlerim; göğün, yıldızların, işin, aşkın ve hatta güzelliğin ya da ihtişamın yerini gayet rahat doldurabilir. Deyim yerindeyse hiçbir uyarıcıya ihtiyacım yok. Ben afyonumu, kendi ruhumda buluyorum.
Anlamaya çalışmamak; tahlil etmemek… Kendini doğayı görür gibi görmek; heyecanlarını bir manzara gibi seyretmek – işte bilgelik budur…
Pek çok kez, akşama doğru ağır ağır sokaklarda dolaşırken, varlıkların olağanüstü düzeni tokat gibi yüzüme çarpmış, sersemletmiştir. Beni bu derece etkileyen, bu kadar güçlü bir duygu doğuran ise, doğal şeylerden çok sokakların birbirine kavuşması, tabelalar, kendi aralarında konuşan, tepeden tırnağa giyimli insanlar, meslekler, gazeteler, bütün bunlarda sezilen zekâdır. Daha doğrusu bu sokakların, bu tabelaların, mesleklerin, insanların ve toplumun – kolayca birbirine uyum sağlayan, kendi yolunda yürüyen, yeni yollara açılan bunca şeyin var olması.
En yalın haliyle insana baktığımda, bir kedi ya da köpek kadar bilinçsiz olduğunu görüyorum; konuşması da bambaşka bir bilinçsizliğin ürünü; toplumlar kuruyorsa bu da gene, karıncalarla arıların toplumsal hayatta sergilediği bilinçten her bakımdan geri kalan, apayrı bir bilinçsizliğin oyunu.
hesap yapmayı beceremeyenler ya da (duyusal zekâyı işin içine katacak olursak) müziğe, resme ya da şiire duyarlı olmayanlar gibi.
Ruh anemisinden
Birbirimizi bilmediğimiz için anlaşmayı becerebiliyoruz. Romantiklerin, önemsiz de olsa bir tehlike yarattıklarını fark etmeden söyledikleri gibi, bunca mutlu çift birbirinin ruhunu görebilseydi ne hale gelirlerdi? Dünyadaki bütün evli çiftler yanlış evlilikler yapmıştır, çünkü herkes Şeytan’ın ruhumuzu ele geçirdiği gizli köşelerde, arzulanan erkeğin karmaşık imgesini, yüce kadının değişken resmini saklar. Evlendiğiniz erkeğin arzulanan erkekle ilgisi yoktur, kadınsa o yüce kadının kanlı canlı hali değildir.
En mutlu insanlar, hüsranla sonuçlanmaya mahkûm böyle eğilimlerinin olduğunu bilmeyenlerdir; mutluluktan en az pay alanlar ise eğilimlerinin farkındadır aslında
Yaşadığımız hayat şekli sürekli değişen bir uyumsuzluk,
Halimizden memnunuz, çünkü düşünebilme, hissedebilme gibi, ruhun varlığına inanmama yeteneğine de sahibiz. Hayatımızın akıp gittiği bu maskeli baloda kıyafetler güzel olsun yeter; kıyafet her şeydir. Renklerin, ışıkların kölesiyiz, gerçekliğe dahil olur gibi gireriz dans edenlerin arasına ve (yalnız başımıza kalmadığımız, dans ettiğimiz sürece) dışarıdaki gecenin dondurucu soğuğundan, kendinden daha uzun ömürlü çaputlara bürünmüş fani bedenimizden, kendimizle baş başayken özümüz olduğunu sandığımız, ama aslında alt tarafı sözümona gerçekliğimizin kaba bir taklidi olan şeyden hiç haberdar olmayız.
Entrikalar, diplomasi, gizli örgütler, okültizm gibi gizli işler, kendimi bildim bileli, hakikaten midemi bulandırır.
Bu üstatların, mana âleminin bu büyük uzmanlarının istisnasız hepsinin beni en çok etkileyen yönü, müthiş gizemlerini bize anlatmaya ya da telkin etmeye kalkıştıklarında nedense çok kötü yazmaları. Şeytan’a hükmedebilen bir adamın Portekizceye hâkim olmaması fena halde sinirime dokunuyor. Şeytanlarla didişmek, dilbilgisiyle didişmekten daha mı kolay?
Bir insan niye bütün tinsel enerjisini tanrıların dilini öğrenmeye vakfeder de, insanların dilinin rengini ve ahengini incelemeye enerjisinin bir kırıntısını bile ayırmaz?
En temel konuları bile öğretemeyen üstatlardan çekinirim.
İşbilirlikten yoksun bir güç, sadece bir yüktür.
Bir insan sadece sarhoşken iyi yazabiliyorsa, sarhoş dolaşsın. Karaciğerime kötü geliyor, derse, “Karaciğeriniz neymiş ki?” derim. “Ömrü sizinkiyle sınırlı, ölü bir şey; oysa yazabileceğiniz şiirler yaşayacak, herhangi br şeyle ‘sınırlı’ olmaksızın.”
Söylemeyi seviyorum. Dahası, kelimeleri art arda dizmekten hoşlanıyorum. Kelimeler benim için elle tutulur bedenler, gözle görünür denizkızları, ete kemiğe bürünmüş duyarlılıklardır.
Hayatın verip alacağı hiçbir şey beni ağlatmaz. Ne var ki bazı nesirlere ağladığım olmuştur.
Sonuç olarak hissettiklerimi bir başkasına geçirebilmek için duygularımı onun diline tercüme etmem gerekir; başka bir deyişle, hissettiklerimi öyle bir ifade etmeliyimdir ki, okuduğunda harfiyen benim hissettiklerimi hissedebilsin. Sanat kuramına göre bu başkası dediğim şu ya da bu kişi değil herkes; yani bütün bireylere ait ortak insan olduğundan, sonuçta yapmam gereken kendi duygularımı tipik insani duygulara dönüştürmektir; hissettiklerimin gerçek doğasını bozmak pahasına.
çünkü sanat başkalarına ne kadar benzediğimizi onlara iletmektir
Sanat yalancıdır, çünkü toplumsaldır. Ve sanattaki anlatım biçimleri arasında yalnız ikisi önemlidir – biri derin ruhumuza hitap eder, öbürüyse ruhumuzun dikkatli kısmına. Birincisi şiirdir, ikincisiyse roman.
Var olmayan bir şehrin varoşlarıyım ben, yazılmamış bir kitabın gereksiz yere uzatılmış yorumuyum. duvarlarla değil, duvarların yapışkanlığıyla kuşatılmışım, her şeyin, etrafı hiçle çevrili merkeziyim.
Sıkıntı, bir serserinin uyuklamasının uyanık bir insandaki dengi midir, yoksa bu uyuşukluktan daha soylu bir şey midir, gerçekten bilemiyorum.
tıpkı çocukların yaptıkları resimleri boyaması, sonra bir adım öteye geçip resmin dış çizgilerini silmesi gibi Gölgesini satan o adama, daha doğrusu satan adamın gölgesine benziyorum.
Bu bir boşluk duygusu, yemek arzusu vermeyen bir açlık; çok sigara içince ya da hazımsızlığa uğrayınca beyinde, midede hissedilen basit duyumlar kadar da soylu.
Seyahatler okumalar gibidir, okumalarsa geri kalan her şey gibi… Eskilerle Modernlerin arasında sessiz bir alışverişin süreceği bilgi dolu bir hayat düşlüyorum, başkalarının heyecanları sayesinde heyecanlarımı tazeleyecek, düşünürlerin ya da düşünmeyi neredeyse başarmış olanların, yani eli kalem tutanların çoğunun çelişkilerini gözden geçirerek zihnimi çelişkili düşüncelerle dolduracak bir hayat.
Koku alma yeteneği, tuhaf bir görme duyusudur. Bilinçüstünün ansızın
çiziverdiği duygusal manzaraları o çağırır. Bu çok sık başıma gelir. Diyelim ki bir sokaktan geçiyorum; hiçbir şey görmüyorum, daha doğrusu etrafımdaki herkes nasıl görüyorsa öyle görüyorum. Bir sokakta yürüdüğümü bilirim, iki tarafında insanoğullarının inşa ettiği birbirinden farklı evleriyle var olduğunu ise bilmem.
Sanat, var olmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.
Aşk, güneş, uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu, kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları.
Uyuşturucuların bedeli, organizmayı uyarırken çökertmeleridir. Ama sanatta hayal kırıklığı yoktur, çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir. Sanatta uyumak yoktur, çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile. Sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi.
Sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız.
Çöküş anlarında yiğitçe fikirler çoğalır; gücün doruğa çıktığı zamanlar ise entelektüel açıdan fakirdir.
Kalanı edebiyat, hem de kötü edebiyat. Dilenci uyum sağlayabildiyse yarın kral olabilir: Ama o andan itibaren onu o yapan dilencilik niteliğini kaybetmiş olur. Sınırı aşmış, vatandaşlık hakkını kaybetmiştir.
Bu tespitler teselli oluyor bana
Bir tarafta krallar ve saygınlıkları, imparatorlar ve zaferleri, dâhiler ve aura’ları, azizler ve haleleri, halkın önderleri ve iktidarları, orospular, peygamberler ve zenginler duruyor… Öbür tarafta ise biz varız – köşedeki dükkânda çalışan şu çırak, dramaturg müsveddesi William Shakespeare, fıkra meraklısı berber, öğretmen John Milton, mağazada çalışan çocuk, bohem Dante Alighieri, ölümün unuttuğu ya da kutsadığı ve hayatın kutsamaksızın unuttuğu insanlar.
Politikacıların en önemli özelliği, kendilerini gerçekten kandırabilmeleridir. Sadece şairlerle felsefeciler gerçekçi bir gözle bakarlar dünyaya, çünkü yanılsamaya uzak olan yalnız onlardır.
Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş, isimsiz, herkes yanlış yerde. Şefkatin kabardığı anlara tanık oldum, böyle anlarda zavallı hüzünlü ruhların derinlikleri aralandı sanki; fark ettim ki şefkat dalgası, daha söze dökülmesine
fırsat kalmadan sönüyordu ve suskunlara özgü kavrayışla, bunun acımaya benzeyen bir şeyden (çabucak eskiyen, anlık bir işaret), bazen de, acınası bir insanla bir akşam yemek yiyip küp gibi içmekten kaynaklandığını gördüm. İnsancıl düşüncelerle mideye indirilen rakılar arasında sistematik bir ilişki vardı; nitekim fazladan bir kadeh rakı ya da uzun süren bir susuzluk ne canavarları süt dökmüş kediye döndürür!
Bu insanlar ruhlarını cehennem halkından, bitkinliğe ve alçaklığa aç birtakım şeytanlara satmışlardı. Gurur ve tembelliğin zehriyle yaşar, vıcır vıcır kaynaşan tüküren akreplerin arasında, kelimelerden minderlerde sere serpe yatarken ölürlerdi.
Böylelerinin en olağanüstü özelliği, kelimenin her anlamında, tepeden
Şu küçücük dünyada herkes incitilmiş, isimsiz, herkes yanlış yerde. Şefkatin kabardığı anlara tanık oldum, böyle anlarda zavallı hüzünlü ruhların derinlikleri aralandı sanki; fark ettim ki şefkat dalgası, daha söze dökülmesine fırsat kalmadan sönüyordu ve suskunlara özgü kavrayışla, bunun acımaya benzeyen bir şeyden (çabucak eskiyen, anlık bir işaret), bazen de, acınası bir insanla bir akşam yemek yiyip küp gibi içmekten kaynaklandığını gördüm. İnsancıl düşüncelerle mideye indirilen rakılar arasında sistematik bir ilişki vardı; nitekim fazladan bir kadeh rakı ya da uzun süren bir susuzluk ne canavarları süt dökmüş kediye döndürür!
Bu insanlar ruhlarını cehennem halkından, bitkinliğe ve alçaklığa aç birtakım şeytanlara satmışlardı. Gurur ve tembelliğin zehriyle yaşar, vıcır vıcır kaynaşan tüküren akreplerin arasında, kelimelerden minderlerde sere serpe yatarken ölürlerdi.
Böylelerinin en olağanüstü özelliği, kelimenin her anlamında, tepeden tırnağa anlamsız olmalarıydı. Kimi önemli gazetelerde yazı işleri müdürüydü ve aynı zamanda var olmamayı da başarabiliyordu; kimi yıllıklarda hemen göze çarpan mevkileri işgal eder, ama gerçek hayatta hiçbir yere sahip olmamayı becerirdi; şairler de vardı içlerinde, hatta bazen hayatını bu işe adamış şairler, ama aptal suratları, kül rengi, solgun bir tozla kaplanmıştı. Uzaktan bakıldığında, kaskatı mumyaların bir ellerini sırtlarına koymuş, canlıların duruşunu taklit ettiği bir dehliz akla gelirdi.
Zihnim tamamen durmuş bir halde geçirdiğim bu kısa sürgünlerden, gerçekten eğlenceli birkaç anın, esas olarak da hırçın bir tekdüzelikle akan anların anısı kalmış bende; hiçliğin üzerinde şekillenen birkaç profilin, isimsiz hizmetkârlara yönelik zarif hareketlerin – özetle, neredeyse insanın içini bulandıran bir sıkıntının ve buna karşılık birkaç zekice sözün anısı.
Kalabalığın içinde olgun erkekler vardı – kimi gönül okşayan sözler bilse de kötü konuşuyordu, herkes gibi, herkesle aynı bütün herkes gibi.
Toplumda başarıya ulaşanlar arasında en alt basamaklarda bulunan, o üç kuruşluk ihtişamı elinin tersiyle iten zavallılara, hiç bu sefillerin saldırısına uğradıkları zamanki kadar sempati duymamıştım. Başarılarının nedenini de anladım: Yüceliğin paryaları için zafer insanlığa karşı değil, zavallılara karşı kazanılan bir şeydi.
Doymak bilmez zavallıcıklar – ya iyi bir yemeğe açtırlar ya da şöhrete, o da değilse hayatın küçük lezzetlerine. Kim olduklarını bilmeden söylediklerine kulak verirseniz, Napoléon’un hocalarını ya da Shakespeare’in ustalarını dinlediğinizi sanabilirsiniz.
Başarılı âşıklar, başarılı politikacılar, başarılı sanatçılar vardır. Bunların içinde âşıkların kazancı hikâyelerdir, çünkü aşkta kazanılan zaferleri, olayın kendisini uluorta ortaya dökmeden, art arda anlatmak mümkündür. Böyle erkeklerin cinsel maratonlarını dinlerken, yedinci bâkireye gelince insan ister istemez hafif bir şüpheye kapılıyor. Aristokrat ya da sosyetik kadınlarla düşüp kalkanlar (ki hemen hepsi öyledir) o kadar çok kontes tüketirler ki, gönlünü çeldikleri kadınların istatistiği yapılacak olsa, hesaba göre bugün yaşayan aristokratların büyükannelerinde bile ne edep kalır ne erdem.
Kimileriyse teke tek dövüşte ustadır, hatta Chiado’ da, bir sokak köşesindeki bir barda, içkiyi fazla kaçırıp koca Avrupa şampiyonlarını hakkın rahmetine kavuşturmuşlukları vardır. Bazılarının ise dünyada tanımadığı bakan yoktur. En az çekinilmesi gereken de bunlardır, ne de olsa dinlemek parayla değil.
Sıkı sadistler vardır içlerinde, kimi oğlanlara düşkündür, daha başkaları da titrek, ama güçlü bir sesle kadınlara el kaldırdıklarını itiraf ederler. Sopayla yola getirirler kadınları. Ve en sonunda para ödemeden kalkıp giderler.
Şairler vardır bir de […]
Bu gülünç gölgeler yığınına karşı insan hayatını dolaysız olarak, en gündelik haliyle, örneğin, Rua dos Douradores’teki işyerimde benim yaptığım gibi, ticaretiyle tanımaktan daha etkili bir ilaç bilmiyorum. Soytarı kaynayan o tımarhaneden çıkıp Moreira’nın gerçek mevcudiyetine kavuşunca nasıl da rahat bir soluk alırdım, Moreira, şefim, özbeöz muhasebeci, işinin ehli, üstü başı dökülen, itilip kakılmış, ama herkesten farklı olarak, insan olmayı bilmiş biri…
İnsanların çoğu hiç üzerinde düşünmeksizin kimseye ait olmayan, sahte hayatlar yaşıyor.
Kimi hayatını arzu bile etmediği bir şeylerin peşinde harcar; kimi ömür boyu istediği, ama hiçbir işine yaramayacak bir şeyleri arar durur; kimileri de kendini kaybeder […]
Ama büyük çoğunluk yaşadığı için mutludur, kafasını fazla yormadan hayatın tadını çıkarmasını da bilir. Genel olarak bakıldığında, insanoğlu pek az ağlar; inlediğinde ise kendi edebiyatını yaratmış olur. Karamsarlığın demokratik bir söylem olarak ömrü kısadır. Dünyanın mutsuzluğuna yalnızlar ağlar – ağladıklarını da kendilerinden başka duyan olmaz.
İnsanlar ise bütün bunlara hiç aldırmadan, sadece gerektiği zaman, mümkün olduğu kadar az ağlayarak –filanca, yıllar geçtikçe, doğum günleri dışında hatırlamaz olacağı ölmüş oğluna ağlar; beriki batırdığı parasına ağlar, belini doğrultana ya da parasızlığı hazmedene kadar da sürecektir bu–, evet, insanlar hiçbir şeyi umursamadan sevmeye, hazmetmeye devam eder.
Gitti. Getir götür işlerine bakan çocuk bugün gitti, dediklerine göre köyüne dönmüş, bir daha da gelmeyecekmiş – içinde yaşadığım insani mekânın, dolayısıyla benim ve dünyamın ayrılmaz bir parçası olarak görürdüm onu. Bugün gitti. Koridorda rastlaştık, böylece beklenen sürpriz vedalaşma gerçekleşti, ona sarıldım, o da çekinerek karşılık verdi bana, olanca yabaniliğimi kuşanıp ağlamamayı başardım, oysa yanan gözlerim yüreğimde, benden bağımsız olarak can atıyordu yaşlar akıtmaya.
Sahip olduğumuz her şey, ortak bir hayat sürmenin ya da sadece kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü bize aittir. Bugün Galiçya’nın bir köyüne giden, adını bile bilmediğim o kimse, benim için sadece bir ayakçıydı: Gözle görülebilir, insani bir varlık olarak, hayatımın özünün hayati bir parçasıydı. Şimdi azaldım ben. Artık tam olarak eskisi gibi değilim: Çocuk gitti.
Yaşadığımız yerde ne yaşanıyorsa, aslında bizde yaşanır. Gördüklerimiz arasında sona eren şeyler, bizde sona erer. Var olmuş olan insanlar –var oldukları sırada görmüşsek– yok olduklarında bizden koparılmıştır. Çocuk gitti.
O büyük masaya kurulmuş, dün başladığım yazılara devam ederken şimdi daha ağır, daha yaşlı, daha kuşkuluyum. Çalışmaya hevesim yok, ama kıpırtısızlığımı harekete geçirip kendi kendimin kölesi olabilirsem çalışabilirim. Çocuk gitti.
Evet, yarın, belki daha sonra, ölümü ya da gidişi haber veren sessiz çan benim için çalacak, büroda olmayan kişi, merdiven altındaki dolapta eski bir kayıt olma sırası bana gelecek. Evet, yarın ya da Kader benliğimde benmiş gibi davrananın hesabını kapatmaya karar verdiğinde. Doğduğum memlekete döner miydim acaba? Bilemiyorum. Bugün gidenin yokluğu yüzünden trajedi iyice somutlaşıyor, sırf hissedilmeyi hiç hak etmediği için iyice hissediliyor. Tanrım, Tanrım, çocuk gitti.
hiçbir şeyden yıpranmış bedenimi,
Gözlerim açık durmaktan yanarak pencereye gittim.
Biliyorum, hiçbir şeyi anlayamamak kadar sıkıcı bir gün bekliyor beni. Biliyorum, bugün yapacağım her şeyde, henüz tatmadığım uykusuzluk yorgunluğunun değil, bu gece gayet iyi öğrendiğim uykusuzluğun payı olacak. Biliyorum, sadece uyumadığım için değil, ayrıca uyuyamadığım için de kopkoyu, yüzeysel bir uyurgezerlik yaşayacağım.
Bazı günler başlı başına bir felsefe, hayata dair bir yorumdur, evrensel yazgımızın kitabına noktayı koyan, acı eleştirilerle dolu, marjinal notlara benzerler. Şimdi öyle bir gündeyim.
Özgürlük, yalnız kalabilmeye denir. İnsanlardan uzaklaşabiliyorsan,
onlara hiçbir muhtaçlığın, paraya ihtiyacın, sürüye uyma içgüdün, aşka, şana şöhrete hevesin ya da merakın yoksa özgürsündür, bunların hepsi sadece yalnızlıktan ve sessizlikten beslenir. Yalnız yaşayamıyorsan, doğuştan kölesin demektir. Ruhen ya da zihnen en yüce mertebelere ulaşmış olabilirsin: Soylu bir kölesin öyleyse ya da zeki bir uşak, ama özgür değilsin. Ve bir trajedinin içinde değilsin, çünkü böyle doğmuş olman bir trajediyse de bu seni değil, kendi kendiyle yüz yüze gelen Kader’i ilgilendirir. Öte yandan, eğer hayatın ağırlığına dayanamadığın için köle olduysan, yazıklar olsun. Özgür doğduğun, kendi kendine yetebilen, insanlardan uzak durabilen biri olduğun halde, zavallının teki olduğun için insanlarla yaşıyorsan, yazıklar olsun sana. İşte bu, nereye gidersen git, kendinde birlikte taşıyacağın trajedindir.
Özgür doğmak insanın en yüce özelliğidir; mütevazı bir keşişi krallara ve hatta hak ettiği halde özgürlüğü küçümsemeksizin, güçlü oldukları için kendi kendine yeten tanrılara üstün kılan budur.
Bezgin bir halde pencerelerimin kanatlarını kapatıyorum, dünyayı dışlıyorum ve bir an için özgürlüğe kavuşuyorum. Yarın köle olacağım tekrar; ama şu an yalnızken, dünyada hiç kimseye ihtiyaç duymazken, tek korkum bir sesin ya da mevcudiyetin şu halimi bölmesiyken, küçük özgürlüğümün, yüceldiğim anların tadını çıkarıyorum.
Koltuğuma güzelce yayılarak, üzerime çöken hayatı unutuyorum. Bugüne dek yaralamış olmasının yarası sayılmazsa, artık yaralamıyor beni.
Ne zaman içimde bir devinim olsa, devinenin ben olmadığımı fark ediyorum. Hayal kurarken, bir başkasının kaleminden dökülüyormuş gibi oluyorum. Hissettiğimde, sanki beni boyuyorlar; istek duyduğumda, nakledilecek bir mal gibi bir arabaya tıkıyorlar beni, galiba bilerek bir yere yolluyorlar, ben ise, ancak oraya vardıktan sonra gerçekten istemiş oluyorum gitmeyi.
Amma karışık işler! Görmek düşünmekten katbekat iyidir, okumak ise yazmaktan! Gördüğüm beni yanıltabilir, ama bir parçam değildir. Okuduğum hoşuma gitmeyebilir, ama onu yazmış olmaktan pişmanlık duymama gerek yoktur.
kapalı duran yelpazelerin sıkıntısı;
Sadece ulaşılmaz olduğu için taparız mükemmelliğe; ulaşabilsek elimizin
tersiyle iterdik zaten. Mükemmel olmak insan olmamak demek, çünkü insanoğlu kusurludur.
Cennete gizli bir nefret duyarız – ve bakın şu zavallıya ki gökyüzünde kırlar olsun istiyordu. Hissetme yetisine sahip bir insanı ne soyut sarhoşluklar, ne maddi âlemin harikaları tatmin edebilir: Küçük evlerde buluruz mutluluğu, tepelerin yamaçlarında, mavi bir denizdeki yemyeşil adalarda, ağaçların altında uzanan patikalarda ve atadan kalma eski evlerde saatlerce dinlenmekte – daha önce hiç böyle şeyler yaşamamış olsak bile.
Kusursuzluğa taparken, kusursuzluğa uzanan, büyük sanatçıları yaratan o gerilim büyüler bizi. İnsanoğlunun kusursuzlaştırılabileceğine inanmamak ne büyük bir trajedi!
– Ya inanmak, ya o nasıl bir trajedi!
Lekeli bir güneş değil bu yapıt; paramparça bir Yunan heykeli.
biz çaba harcarken yapıt farklı ruh hallerimizden geçer ve bunların da her biri başlı başına bir kendilik olduğundan, kişiliğiyle yapıtın bireyselliğini zedeler.
Bir daha dinle ve beni anla. Her şeyi iyi dinle, sonra söyle bana,
Anasını babasını kaybetmeye, bahtsızlığa, dostsuz, aşksız kalmaya – hepsine katlanabilir insan; ama ne gerçekte, ne lafta elde edebileceği güzel bir şeyi hayal etmeye, hayır.
ıssız bir kapının önünde, yaprakları havalandıran bir esinti – hiç açığa çıkmamış bir akrabalık bağı, başkalarının bildiği zevk ve eğlenceler, içgüdümüzün bize döneceğini söylediği ve aslında var olmayan o kadın.
sessizlik asasına
Evet, ama böyle olunca acım büyüyor… İnsan ıstırabına bir değer biçtiği an, onu gurur güneşiyle kuşatmış olur.
Lüzumlu lüzumsuz alışveriş yapan insanlar aslında sandıklarından çok daha bilgedir – para verdikleri o ıvır zıvırlar, kendi düşlerinin küçültülmüş halleridir aslında. Bir şeye sahip olmanın zevkini tadan çocuklar gibidirler. Ceplerinde para olduğunu tahmin ederek onlara göz kırpan saçmalıkları satın
alırken, kıyıda deniz kabuğu toplayan bir çocuk kadar mutludurlar – ve azami mutluluğun ne olduğunu en fazla hissettiren resimdir bu: kıyıda kabuk toplayan bir insan! Bir çocuk için, birbirine eş iki kabuk yoktur. Uyurken en güzel ikisi elindedir; kabuklarını elinden alıp da kaybedeninse vay haline!
Saçmalık ve paradoks saplantısı, hüzünlü insanlar için hayvani bir neşe kaynağıdır. Nasıl normal insan aşka gelip aklına gelen her aptallığı söyleyebiliyor, bir an heyecana kapılarak yanındakinin sırtına pat pat vurabiliyorsa, coşku ve neşe özürlüler de zekâ taklaları atar, kendilerine has o (soğuk) havayla, hayatın (sıcak) hareketlerini yerine getirirler .
Her şey saçma. Kimi ömrünü para kazanıp bir köşeye koymaya adamış, ama ne parasını bırakacak çocuğu var, ne de tanrının servetinin bahtını her daim açık edeceğine dair en ufak bir umudu.
Şu öteki var gücüyle, ancak öldükten sonra işine yarayacak bir şöhret için didiniyor, ama şöhretinin tadını çıkaracağı başka bir hayata inanmıyor. Beriki aslında umurunda olmayan bin türlü işin peşinden koşuyor. Şu az ötedeki de […]
Şurada duran var ya, o da gereksiz yere, öğrenmek için okuyor. Şu öbürü zevk içinde yaşamaya bakıyor, ama o da boş.
Tramvaydayım, her zamanki gibi, insanların bütün somut ayrıntılarını ağır ağır gözden geçirmekteyim. Benim için ayrıntılar birer varlıktır, bir kelime, bir harf.
Bütün dünya gözümün önüne geliyor, sırf öbür ucunda kim bilir hangi kafayı taşıyan o esmer boynu saran, yeşil elbise üstüne daha koyu bir yeşille, rasgele işlenmiş, muntazam bir nakış karşımda duruyor diye.
Koca toplumsal hayat uzanıyor gözümün önünde.
Başım dönüyor. İrili ufaklı saman çöpleriyle doldurulmuş tramvay sıraları beni uzak diyarlara götürüyor, çoğalarak endüstri, işçi ve işçi evleri, varoluşlar, gerçeklikler – her şey oluyor.
Perişan bir halde, uyurgezercesine iniyorum tramvaydan. Baştan sona bütün hayatı yaşadım.
Benim her yolculuğum büyük bir yolculuktur. Trenle Cascais’e gidene
kadar, o iki adımlık yolda dört beş ülkenin manzaralarını, kırlarını, şehirlerini görmüş kadar yorulurum.
Önünden geçtiğim her bina, her müstakil ev, duvarları beyaza ve sessizliğe boyanmış her yalnız evcik – her biri, bir an için kendimi içinde yaşarken hayal ettiğim bir yuvadır, önce mutluymuşum, sonra sıkıntı basıyormuş, en sonunda her şeyden bıkıyormuşum; ve alıp başımı gittikten sonra, evde geçen günlerimi deliler gibi özlüyormuşum. Böyle hayallerle her yolculuk, büyük sevinçler, sonsuz bir sıkıntı, uyduruk özlemler devşirmekle geçiyor.
Evlerin, köşklerin, bahçeli evlerin önünden geçerken içlerinde yaşayan bütün insanların hayatını sererim içime. Evlerdeki hayatların hepsini birden yaşarım. Baba, anne ve çocuklar, kuzenler, dadı ve dadının kuzeni olurum, hepsi birden; farklı duyguları aynı anda hissetmek, aynı anda farklı insanların hayatını yaşamak –onları görebildiğim için dışarıdan, kendimi ayrı ayrı, her biri gibi hissettiğim için içeriden– başlı başına bir sanattır.
Kendimde farklı kişilikler yarattım, yenilerini yaratmaya da aralıksız devam ediyorum. Her düşüm doğar doğmaz bir başkası olup canlanıyor, o başkası da benim yerime düş görmeye başlıyor.
Yaratmak uğruna kendimi yok ettim; kendi içimde o kadar dışıma attım ki kendimi, kendimin dışında varlık sürüyorum artık. Farklı oyuncuların farklı oyunlar oynadığı boş bir sahneyim ben.
Zaten bütün konuşmacılar bir aktör izlenimi verir – yetenekli sanatçıların burun kıvırdığı, Sanat’ın uşaklarına benzerler .
İç karartıcı bir şirketin gereksiz hikâyesini kuran yazıları aktardığım deftere eğilmiş, dikkatle yazıyorum; ve bir taraftan da düşüncelerim aynı dikkatle var olmayan bir gemiyle, hiçbir yerde olmayan bir Doğu’nun manzaraları arasında süzülüyor. Şu iki şey benim için aynı ölçüde açık, aynı ölçüde gözle görülebilir: Büyük bir özenle satırların dışına taşmamaya çalışarak, Vasques ve C. Şirketi’nin ticari destanının dizelerini yazdığım kâğıt ve içinde bulunduğum geminin güvertesi; katranlı tahtaların aralıklarının sık çizgilerle doldurduğu kâğıdın biraz kenarındayım, durduğum yerden aynı dikkatle, düzgünce dizilmiş şezlonglara, yolculuğun tadını çıkaran yolcuların hafif sarkan bacaklarına bakıyorum.
(Bir çocuk bisikleti beni devirse, o bisiklet hikâyemin bir parçası haline gelir.)
Sigara salonu dışarıya doğru çıkıntı yapıyor; sadece bacakların görülmesinin nedeni bu.
Hokkaya uzanıyorum, tam o sırada yabancının siluetinin sigara salonundan –durduğumu hissettiğim yerin hemen yanından– çıktığını görüyorum. Bana sırtını dönüp öbür yolculara doğru ilerliyor. Yavaş yürüyor, kalçalarından da bir anlam çıkaramadım. Bir İngiliz. Bir hesabı daha kaydediyorum. Nerede hata yaptığımı anlamaya çalışıyorum: Marques’in borcu var, alacağı değil. (Şişko, sevecen, kalender Marques gözümün önüne geliyor, gemi bir an için kayboluyor.)
Ne var ki iki şey eylemi köstekler: duyarlılık ve nihayetinde duyarlı bir düşünceden başka bir şey olmayan analitik düşünce.
Demek ki eylemek için başkalarının kişiliklerini, sevinçlerini ya da acılarını tahayyül etmekten kaçınmalıyız. Birine yakınlık duyduğumuz anda her şey biter. Eylem adamı için dış dünya atıl maddelerden kuruludur – üzerinden atlayıp geçtiği ya da yoluna çıkınca ittiği bir taş gibi kendiliğinden atıl olanlar vardır; bir de karşısında pes eden bir insan gibi atıl olanlar, belki taştan farksızdır insan da, çünkü eylem adamı ona da aynı şekilde davranır: Ayağıyla iter ya da üzerinden atlayıp geçer.
İnsan gibi insan olsak dünya ne hale gelirdi? İnsanoğlu gerçekten hissedebilse, uygarlık diye bir şey olmazdı. Sanat, eylemin mecburen unuttuğu duyarlılığa ulaşmanın yoludur. Sanat, öyle gerektiği için evde bırakılmış olan Külkedisi’dir .
Bütün eylem adamları esasında enerjik ve iyimserdir, çünkü hiçbir şey hissetmezseniz mutlu olursunuz. Bir eylem adamını hep keyifli olmasından tanırsınız. Asık suratla çalışanlar ise, ikinci dereceden eylemci sayılır; hayatın içinde, genel, büyük hayatın içinde bir muhasebeci yardımcısı olabilirler, mesela benim gibi. Ama hiçbir şekilde olaylara ve insanlara hükmedemezler. Kumanda edebilmek için duyarsızlık gerekir. Başkalarını yönetmenin yolu neşeli bir mizaca sahip olmaktır, çünkü hüzün, hisleri olanların harcıdır.
Patronum Vasques bugün bir iş bitirip hasta bir adamı ve ailesini perişan etti. Bunu yaparken o adamın ticari bir rakip olmanın dışında da bir varlığı olduğunu tamamen unutmuştu. İş bağlandıktan sonra duyguları geri geldi. Ama bu her şey bittikten sonra oldu tabii, çünkü önce olsa kesinlikle işini yapamazdı. “Şu zavallı adama acıdım,” dedi bana. “Beş parasız kalacak.” Sonra bir puro yakıp ekledi: “Neyse; günün birinde başı sıkışır da bana gelirse –sadaka isterse, demek istiyordu–, ona sıkı bir iş borçlu olduğumu unutmayacağım.”
Patronum Vasques’inki namussuzluk değil; o bir eylem adamı. Şu an oyunu kaybetmiş olan adam, sahiden de ileride sadakasız kalmayacaktır, çok cömerttir bizim patron.
Bütün eylem adamları patronum Vasques’e benzer – fabrikaları, ticarethaneleri yönetenler, politikacılar, askerler, dinsel ya da toplumsal idealleri olanlar, büyük şairler, büyük sanatçılar, burnunun dikine giden güzel kadınlar, şımarık çocuklar. Hissetmeyen yönetir. Sadece kazanmak için gerektiği kadarını düşünen kazanır. Geri kalanı –yani genel anlamda insanlık, bulanık, şekilsiz, duyarlı, hayalperest ve narin insanlık– bu kukla tiyatrosu yok olana dek yıldız oyuncuları iyice ortaya çıkarmaktan başka işlevi olmayan fon perdesidir; insanlık oyunun taşlarının üzerine dizildiği sıradan, dümdüz bir satranç tahtasıdır – ve bir gün, çift kişiliği yüzünden puanlarda hile yaparak, kendine karşı oynayarak eğlenen Oyunun Büyük Efendisi taşları toplayacaktır.
sözlü ilişkilerimde de (zaten başka türlü ilişkim yok)
Şöyle hızla değerlendirdiğimde, sık sık ötekilerin sırtından yaşıyormuşum duygusuna kapılsam da, aslında ben onları daha sonraki coşkularımdan geçinmeye mecbur ederim. Böyle yaşarım ben, bireyselliklerinin kabuğunun içine sığınarak.
Kendimi ikiye bölmek suretiyle zihnimde iki, hatta daha fazla eylemi izleyebildiğim için, başkalarının hissetme biçimlerine bilinçli olarak, kayıtsız şartsız ayak uydururken, genellikle bir yandan da onlara ait yabancı ruh halini kendi içimde tahlil edebilmiş, böylece ne olduklarını, ne düşündüklerini tamamen nesnel olarak değerlendirebilmişimdir .
Bitmeyen bir hülyanın ipine tutunmuş
Ve bunca hayhuyun arasında hiçbir şey kaçmaz gözümden – ne fizyonomi, ne kıyafetler, ne jestler. Tıpkı tavırları gibi düşlerini, içgüdüsel hayatlarını ve bedenlerini de yaşarım başkalarının.
varlıklar kalabalığı yaratırım, olurum.
Gemiler denizlerde yüzmek için yapılmış gibi görünür; ama asıl amaç yüzmeleri değil, limana varmalarıdır.
İnancımız olmadığından umudumuz da kalmadı, umudumuz kalmadığından artık gerçek bir hayatımız da yok.
eylem adamı için şimdiki zaman, geleceğin önsözüdür sadece. Biz savaşma coşkusuyla doğmamışız, dolayısıyla savaşma enerjisi de bizde ölü doğmuş.
kendi seslerini duyduklarında yaşadıklarını, aşk uzaktan göz kırptığında sevildiklerini sandılar. Yaşamak canımızı yakıyordu, çünkü canlı olduğumuzu biliyorduk; ölmek korkutmuyordu, normal ölüm kavramını yitirmiştik.
Ama bağırıp çağırmadık, kendi kendimize yaşadık, içimize, en azından hayat tarzımıza kapandık, odamızın dört duvarının ve hareket etmekten acizliğimizin dört suru arasında hapistik hep.
Madem hayatın bize tek verdiği inzivaya çekilmek için bir hücre, o zaman süsleyelim hücreyi, hiç olmazsa düşlerimizin gölgesiyle, karmaşık resimlerle ya da renklerle, unutuşumuzu da dışarıdaki duvarların kıpırtısızlığına işleyelim.
Bütün hayalciler gibi, üzerime düşen görevin yaratmak olduğunu düşünmüşümdür hep. Çaba harcamayı ya da herhangi bir niyetimi somutlaştırmayı da hiç beceremediğim için, yaratmak hep düşlemeyi, istemeyi ya da arzulamayı çağrıştırmıştır ya da yapmayı dilediğim bir hareketi sadece hayal etmeyi.
Yaşamayı beceremeyişime deha dedim, alçaklığıma ise incelik.
Çiğ renklere
Kendi kendini methetmenin o müthiş zevki.
Gözler, bir kadının omuzlarında oynaşan şala bugün, eskisine göre çok daha bilinçli bakıyor. Şal bir zamanlar sadece kıyafetin bir parçasıydı; bugün ise saf estetik zevkin yarattığı sezgileri açığa vuran bir ayrıntı.
Kimi profiller aşırı netlikleriyle dikkat çekiyor. Etraflarını saran derin fonun üzerinde saf çizgilerle belirerek gerçekleşmemeyi oynuyorlar.
Bedenim ruhumu soğuktan titretiyor… Boşluğu dolduran soğuk değil bu,
yağmuru seyretmekten doğuyor…
Her zevk bir kusurdur – çünkü hayatta herkes zevk peşinde koşar ve herkes gibi davranmak, kusurların en siyahıdır. Bazen –hiç beklemediğim, hiçbir belirti sezmediğim halde– sıradan
hayat boğazıma yumruk gibi oturuverir, benzerlerimiz denilenlerin sesinden, hareketlerinden kelimenin gerçek anlamında midem bulanır. Dosdoğru mideme vuran, dolaysız, fiziksel bir bulantıdır bu, başımda ise hissetme yeteneğimin uyanışı gibi aptalca bir mucize….
Ve hüznün mideme indiği bu anlarda hep bir erkek, bir kadın, hatta bir çocuk çıkar, midemi kaldıran o bayağılığın ete kemiğe bürünmüş hali gibi gelip karşıma dikiliverir. Eksik, öznel, üzerinde enikonu düşünülmüş bir duygu değildir onları bayağılığın örneği yapan; içimde hissettiğime dışarıdan harfiyen uyan, iki tarafta benzer bir büyüyle doğmuş nesnel bir gerçekliktir; ve bizzat kendi kurduğum düzenin bir örneğini sergiler.
Masam kanlı canlı insan-kelimelerle dolu bir sayfaya döner; sokak ise bir kitaptır; tanıdıklarla konuşmalarımız, daha az tanıdıklarımla rastlaşmalarımız
Ne var ki buğulu bakışlarımla, birdenbire varlıkların yüzeyine vuran bu camların, içimizden neyi hem örtüp hem örtüsünü kaldırdıklarını, neyi dışarı geçirdiklerini doğru dürüst seçemem. Renklerin ne olduğunu dinleyen bir kör gibi, pek bilmeden fikir sahibi olurum.
Sokakta yürürken bazen mahrem sohbetler çalınır kulağıma, ya öbür kadındır konu ya da öbür erkek, üçüncü bir kadının âşığı ya da dördüncü bir adamın metresi […]
Öyle ya da böyle, bilinçli hayatların çoğunu meşgul eden bu konuşma
gölgelerini duyunca üstüme bulantıyla karışık bir sıkıntı çöker, örümceklerin dünyasına sürülmüş gibi daralırım; ve gerçek insanların arasında ezildiğimin, ev sahibimin ve komşuların beni binadaki öbür kiracılarla bir tutmasının kaderim olduğunun farkına varırım ansızın; işyerinin arka tarafındaki pencerenin parmaklıkları arasından, yağmur altında, sefil bir avlu olan hayatımda biriken herkesin pisliklerini iğrenerek seyrederim.
Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor.
yor. İnsani hayatları, gerçekten duyarlı olsalar sonsuz acı verecek olaylarla dolu. Ama gerçekte bitkisel hayatta olduklarından, yaşadıkları şeyler ruhlarına değmeden uçup gider, varoluşlarını dişi ağrıyan, ama aynı zamanda müthiş bir servete sahip bir adamınkiyle kıyaslayabiliriz – farkında bile olmadan yaşamaktır o servet:
Günümüzün modern toplumlarında yaşayan üstün varlıklar için bir kıpırtısızlık yasası çıkarabilmeyi isterdim. Toplum duyarlı ve zeki varlıklar barındırmasa, kendiliğinden, kendi kendini yönetirdi. Bunun ona zarar veren biricik etken olduğunu takdir edersiniz.
Üstün varlıkların toplumun dışına atıldıklarında, çalışmayı bilmedikleri için ölüp gitmekten kurtulamaması çok hazin.
Toplumda başını kaldıran her üstün varlık, Üstün Varlıklar Adası’na sürgün edilebilir. Normal toplum da, kafeste hayvan besler gibi besleyebilir onları.
İnanın bana; eğer ne acılar çektiğini yüzüne vuracak zeki insanlar olmasa, insanlık bunların farkına bile varmazdı. Duyarlı varlıklar, sırf iyi niyetten dolayı ötekilerin canını yakar.
Asla gazete okumasınlar, okuyacaklarsa da sadece eften püften, ilginç olaylara göz atsınlar; hayır, taşradaki şehirlerden gelen kısa haberlerden nasıl keyif aldığımı kimse tahmin bile edemez. Sırf isimler bile, belirsizliğin kapılarını ardına kadar açar önümde.
Bunun yanı sıra hayatın işimize karışmasını engellemek için becerilerimizi geliştirmemiz de önemlidir; tedavi görerek […] başkalarının görüşlerine duyarlı olmaya karşı zırhlanmalıyız, başkalarıyla yan yana var olmanın alçakça darbelerine karşı ruhumuz gevşek bir kayıtsızlıkla sarmalanmalı.
Bana öyle geliyor ki, hiç kimse başkalarının hakikaten var olduğunu tam olarak kabul edemez. Bir başkasının canlı olduğunu, tıpkı bizim gibi hissettiğini, düşündüğünü kabul edebiliriz; ama daima adı konulmamış bir fark, maddi bir engel olacaktır arada. Geçmiş zamanlara ait öyle figürler, kitaplarda saklanmış öyle resim-insanlar var ki, tezgâhın ardından bize laf yetiştiren, tramvayda öylesine yüzümüze bakan ya da sokaklarda ölü bir tesadüf sonucu bize değip geçen, kayıtsızlığın cisimleşmiş hali olan varlıklardan çok daha gerçektirler bizim için.
askerler gibi ne yaptığınızı düşünmeden insan öldürmenizi sağlayan kayıtsızlık olarak görülen şey, kimsenin başkalarının da bir can taşıdığı gerçeğine –tabii bu bir sır– yeterince dikkat etmemesinden ileri geliyor.
Dün tütüncüdeki kasiyerin intihar ettiğini söylediklerinde inanamadım. Zavallı, demek ki varmış! Onu hepten unutmuştuk oysa, tanımayanlar kadar biz tanıyanlar da. Yarın daha da çok unutacağız. Bir ruhu varmış meğer – kendini öldürdüğüne göre buna şüphe yok. Ya tutkuları? Dertleri?
Elbette… Ama bütün insanlığa olduğu gibi bana da ondan tek kalan, pis, omuzlara oturmayan ucuz bir ceketin üzerinde salınan, saf bir gülümsemenin anısı. Fazla hissetmekten kendini öldürecek kadar şiddetle hissetmiş bir adamdan bana kalanların hepsi bu kadar, insan herhalde başka şey için kıymaz kendi canına…
Bugün, başarısız olduğumu açıkça görüyorum ve bazen, sadece, başarısızlığı sezememiş olmama şaşırıyorum.
Doğa’nın karşısından gelip geçen, yalnızlığın dinginliğine oyulmuş boş saatler, sonsuza kadar içimde kazılı kalacak. Böyle anlarda kafamdaki bütün tasarıları, gönlümden geçen bütün rotaları unuttum. Özlemlerinin gök mavisi yuvasına yuvarlanarak, ruhum tam bir dinginliğe kavuşurken bir hiç olmanın zevkine vardım. Başarısızlıklardan, umutsuzluktan örülü bir ruhsal zemini olmayan, akıldan çıkmaz anlardan hiç keyif almadım belki de.
Hep insanlardan uzak yaşadım, yalnızlığım arttıkça da kendimi daha iyi keşfettim.
denizkızlarının yokluğunun şarkısıdır. Büyük bir hazla aşağılanmalı, asla kimse kullanamasın diye de en üst rafa kaldırılmalıdır .
Hayat civarında mülklerim var.
Yemyeşil inzivama, hareketlerimin hayatının yankısı bile ulaşmıyor. Bitip tükenmez kalabalıkların içinde belleğimi uyuyorum. Uzaklardan bir yelkenli gibi geçen Hayat’a gözlerimi kapayarak, derin düşüncelerimin kadehinden yaldızlı bir şarabın gülümseyişini içiyorum.
Yağmur hâlâ hüzünle, ama bütün evrenin yorgunluğunu içmişçesine
daha yumuşak yağıyordu; şimşek yoktu, sadece arada bir, çoktan uzaklaşmış sesiyle gök gürlüyor, homurdanarak çatlıyor, bazen yorgunluk ona da bulaşmış gibi yarım kalıyordu. Yağmur bir anda azalır gibi oldu. İşyerindekilerden biri Rua dos Douradores’e bakan pencereleri açtı. Sıcak havanın ölü kalıntılarını sürükleyen daha serin bir hava koca salona süzüldü. Patron Vasques’in güçlü sesi bürosunda, telefon başında yankılandı: “Ne demek hâlâ meşgul?” Sonra kendi kendine kupkuru bir dille konuştuğu, hattın öbür ucundaki kadın hakkında edepsizce bir yorumda bulunduğu duyuldu.
Zaten yaşadığımdan fazlasını hayal ettiğim yok: Ben gerçek hayatın hayalini kuruyorum.
Düş adamı, hayal ettiği zaman yaşamadığı için ölür; eylem adamı ise, yaşarken hayal kuramamaktan mustariptir.
Hiçbir hayalimiz, asla cebimizdeki mendil ya da kendi etimiz kadar bize ait değildir. İnsan istediği kadar hayatını dopdolu, sınırsız, görkemli bir eyleme dönüştürsün, ötekilerle temasın […], küçücük de olsalar engellere takılıp tökezlemekten ve geçen zamanı hissetmekten yakasını kurtaramaz.
Hayali öldürmekle, kendimizi de öldürmüş, ruhumuzu sakatlamış oluruz.
Ve dış dünyayı ötekilerden farklı görüyorsam, bu da istemeden görme biçimime kattığım hayallerden, gözlerime, kulaklarıma yapışan hayal kırıntılarından kaynaklanıyor.
Savaş çıktı deseler hayır, derim, savaş yok
ince ince damıttığı öğütler
bir şeyi elde etme arzumuzun elde ettiklerimizin fersah fersah gerisinde kaldığı.
Kendimi yüksek sesle konuşurken dinlerken, konuşmamı bana taşıyan kulaklarım, kelimeleri düşünüşümü bana dinleten gerçek kulakla aynı şekilde dinlemiyor beni. Kendimi dinlerken ben bile kendim hakkında yanılırken, hatta bazen ne demek istediğimi bile anlayamazken, başkaları beni anlamaktan ne kadar uzaktır kim bilir!
Başkaları ne karmaşık yanlış anlamalarla anlar bizi!
Anlaşılmanın verdiği nefis zevk, bunu en çok isteyenlere yasaktır – çünkü karmaşık, anlaşılamamış varlıkların özelliğidir bu; ötekiler, yani herkesin anlayabileceği basit insanlar ise – onlar hiçbir zaman anlaşılmaya ihtiyaç duymaz…
Bize haz vermeye bile çalışmayan, canımızı yakmanın ne olduğunu bilmeyen, zevkle acı arasında yere düşen, bir yetişkinin öylesine eğlendiği ucuz bir oyuncak gibi yararsız, saçma bir sapkınlık!
Bütün yollar bir noktadan diğerine gitmek için çizilmiş.
Ya ben, bunları söylerken – bu kitabı niye yazıyorum? Çünkü kusurlu olduğunu biliyorum. Sırf hayalde kalsa mükemmel olurdu; yazıya dökülünce kusursuzluğundan kaybediyor: İşte bunun için yazıyorum onu.
Dahası, yararsızı ve saçmayı savunduğum için, kendimi yalanlamak, kendi teorime ihanet etmek için yazıyorum onu.
Şekilsiz masa, gene felsefesiz kalmıştı.
İçimizden kaç kişi, insan kaynayan ıssız bir yolu layıkıyla seyretmiştir, bilmem.
Issız bir sokak kimsenin uğramadığı bir yer değil, yayaların sanki ıssızmış gibi gelip geçtiği bir sokaktır.
eşekten başka şey görmemiş bir insanın zebrayı aklında canlandırması ise imkânsızdır.
Bazı günler ayağımın altındaki topraktan tepeme kadar bir tiksinti, bir üzüntü, bir yaşama sıkıntısı yükselir gibi olur; sırf buna katlanabildiğimi gördüğüm için, hayata katlanılmaz demekten kaçınırım.
tadımlık bir ölüm.
ya da tesadüfen karşılaşıp konuştuğum insanlara fiziksel, hatta ahlaki açıdan nasıl göründüğümü hep merak etmişimdir .
Hepimiz kendimizi zihinsel gerçeklikler olarak tahayyül etmeye alışknızdır, başkalarını ise fiziksel gerçekler olarak görürüz; kendimizi başkalarının zihnini belli bir şekilde etkileyen, basit fiziksel cisimler olarak kabul etmekte zorlanırız; aynı şekilde ötekileri de zihinsel gerçekler olarak görmemiz zordur; ama iş aşka ya da kavgaya geldi mi, işte ancak o zaman ötekilerin de tıpkı bizim gibi bir ruhu olduğunun bilincine varırız.
sesim nasıldır, diye merak ediyorum, ötekilerin istemsiz belleğinde nasıl bir resim bırakıyorum, hareketlerim, cümlelerim, görünen hayatım başkalarının yorumlarının retinasına nasıl kazınıyor. Kendimi dışarıdan görmeyi hiçbir zaman beceremedim.
Hiçbir ayna bizi “dışarıdan biri” olarak yansıtamaz, çünkü bizi kendimizin dışına çekebilecek ayna yoktur. Bunu ancak bir başka ruh yapabilir, bir başka bakış ve görüş. Usta bir sinema oyuncusu olsaydım ya da sesimi bağıra çağıra plaklara kaydetsem bile, eminim öte taraftan bakıldığında ne olduğumu bilmekten gene bu kadar uzak kalırdım, çünkü beni nasıl kaydederlerse etsinler, ister istemez hep kendi içimde, yüksek duvarlarla çevrili özbilincimin içinde kalacağım.
birbirimizi anlamaktaki karmaşık yeteneksizliğimiz düşünüldüğünde, karıncalar bizi geçmiş durumdadır. Her şey karmaşık, yoksa öyle olan ben miyim.
Düşüncenin en beter özelliklerinden biri, düşündüğünüz halde görmenizdir. İnsan mantığıyla düşünürse dalar gider. Heyecanlarıyla düşündüğünde uyuyordur. İradesiyle düşünürse, ölü demektir.
Hiç konuşmadıysam, yazdığım içindi.
miel’in meşhur “Her manzara bir ruh halidir” sözüne katıldığım için söylemiyorum
Özbilincimin dış-maddesini oluşturan izlenimleri, rezil, derin ruhuma günü gününe kaydederim. Onları koyduğum serseri kelimeler, yazıya döküldükleri an beni terk eder, imge tepelerinde ve çayırlarında, kavram yollarında, imkânsız düş patikalarında başına buyruk dolaşmaya koyulur. Bunların bana bir faydası yok, çünkü hiçbir şeyin faydası yok. Ama yazarken rahatlıyorum, hastalığı geçmediği halde nefesi birdenbire düzeliveren bir hasta gibi.
Kafası dalgınken, sümenin üzerine dört köşesinden tutturulmuş kurutma kâğıdını rasgele karalayan, saçma sapan isimler yazan insanlar vardır. Bu karalamalar, zihinsel özbilinçsizliğimin ürünüdür. Güneşe uzanmış bir kedi uyuşukluğuyla çiziktiririm bunları, sonradan, baştan beri unutulmuş bir şeyi ansızın hatırlamışçasına, müphem, gecikmiş bir şaşkınlıkla yeniden okuduğum da olur.
Yazarken, kendime resmî bir ziyarette bulunurum. Kısır kadınların şerefine
Yoksa hayalimi halkın seviyesine tercüme etmiş olurum. Bir bedene sahip olmak, insanı sıradanlaştırır. Bedene sahip olmayı hayal etmekse (çok düşük bir ihtimal, ama) belki daha bile beter: Kendini sıradan biri olarak hayal etmiş olursun – bundan daha iğrenç bir şey olamaz.
Naif desenli saatler olarak kalacağız
Hayattaki varlıklarla ilgili sıkıntı, her taraflarına bakabilmemizdir.
İdealim her şeyi bir romanda yaşayıp hayatta dinlenmek – heyecanlarımı okumak, onları küçümseyişimi ise yaşamak.
okumak bence diğer hepsi gibi bu yolculuğu da güzelleştirmenin en kolay yolu;
Hayat çakıltaşı gibi havaya fırlatırken, tepeden söylenmeyi biliriz ancak: “Baksanıza ne kadar da hareketliyim.” araoyun
Aktörler, aktrisler, palyaçolar, hokkabazlar önemli ve uyduruk şeylerdir, tıpkı güneş ve ay, aşk ve ölüm, veba, açlık ve insanoğlunun bütün savaşları gibi. Her şey tiyatro. Bir dakika, yoksa gerçeği mi istiyorum? Romanıma devam edeyim…
En aşağılık ihtiyaç – içini dökme, itiraflarda bulunma ihtiyacıdır. Ruhun, kendini dışarıya ait kılmaya duyduğu ihtiyaç yatar bunun altında.
Saat zamanı uzamsal olarak, dışarıdan böler. Duygu ölçüsünün de doğru olmadığını biliyorum: O zamanı değil, zamanın algılanışını böler.
O zaman, ne başımdan atabildiğim, ne de tamamen saçma deyip geçebildiğim saçma düşünceler üşüşüyor aklıma. Yavaş giden bir arabanın içindeki yavaş düşünen adam, hızlı mı gitmektedir yoksa yavaş mı. İntihar etmiş bir adamla, rıhtımda dengesini kaybeden bir adam denize eşit hızla mı düşer, aynı hızla mı, diye soruyorum kendime. Aynı zaman zarfında gerçekleşen sigara içişim, şu sayfayı yazışım ve karanlık düşüncelere dalışım gerçekten eşzamanlı mıdır?
Gene de ölçüsü olmadığı halde bizi ölçen, var olmadığı halde bizi öldüren şey nedir? Zamanın var olduğundan bile emin olmadığım böyle anlarda, onu bir insan gibi tahayyül ediyorum ve birden uyku bastırıyor.
Kocaman parkları ya da geniş çayırları seyrederken anlamam ilkbaharın geldiğini. Ben baharı, şehrin küçük bir meydanında, üç beş cılız ağaçta yakalarım; yeşillikler hoş bir hüzün gibi neşeli, güzel bir hediyeye benzemiştir.
Pek kimsenin uğramadığı küçük sokakları noktalayan, kendi de pek hareketli olmayan böyle tenha meydanları severim. Gereksiz düzlüklerdir bunlar, uzak gürültülerin arasında kaybolmuş, bekleyiş halinde yerler. Şehir ortasında köyler .
Hava sıcak olunca insanın içinden, görünmez bir elbise gibi sıcağı üzerinden çıkarıvermek geliyor.
Ne var ki birden, hep orada olan bir köşeden ansızın yaşlı bir adam çıktı, görünüşü orta halliydi, yoksul, ama alçakgönüllü değil, şimdi yatışmış olan yağmurun altında sabırsızlıkla yürüyordu. Besbelli hiçbir amacı olmayan bu adamda hiç olmazsa sabırsızlık vardı. O andan itibaren ona nesnelere yönelttiğimiz ilgisiz dikkatle değil, simgelere yönelttiğimiz tanımlayıcı dikkatle baktım. Kişinin simgesiydi o; telaşı bundandı. Hiçbir şey olmamışların temsilcisiydi; acı çekmesi bundandı. Gülümseyerek yağmurun rahatsız neşesinin tadını çıkaranlardan değildi kesinlikle; o bizzat yağmurun bir parçasıydı: Bir bilinçsizdi ve o kadar bilinçsizdi ki gerçeği hissediyordu.
Görmek, görmüş olmaktır.
Hayatın kurallarını herkesle birlikte öğrenebiliriz, öğrenmek zorundayız.
Şarlatanlardan ve haydutlardan kapabileceğimiz gayet ciddi şeyler var; aptalların vazettiği felsefeler, rastlantı sonucu karşımıza çıkan insanların verdiği dürüstlük ve metanet dersleri var. Her şey her şeyin içindedir.
Öğleden sonra dikkatle sokaklarda dolaşırken de böyle olur, zihnimin çok aydınlandığı bazı anlarda, yoldan her geçen bana bir haber getirir, her ev bir şey söyler, her afiş bir mesaj bırakır.
Sessizce gezinirken hiç durmadan sohbet ederim; insanlar, evler, taşlar, afişler ve gökyüzü, hepimiz, Kader’ in koca kafilesinde kelimelerle kenetlenmiş bir dost kalabalığıyız.
Dün büyük bir adam gördüm ve dinledim. Sadece adı büyük değildi, hakikaten büyük bir adamdı. Şu dünyada değer diye bir şey varsa, değerli bir adam; herkes değerini kabul ediyor, o da değerinin bilindiğini biliyor. Sonuç olarak, ona büyük adam demem için gereken bütün şartları yerine getirmiş, ben de ona bu unvanı veriyorum işte.
Görünüşü yorgun bir tüccarı andırıyor. Yüzü kırış kırış, ama bu sağlıksız bir hayat sürmekten de olabilir, zihninin fazla çalışmasından da. Hareketleri sıradan. Oldukça canlı bakışları var – miyopluk derdi olmayanların ayrıcalığıdır bu. Sesi hafif buğulu, sanki bütün vücuduna felç inmeye başlamış, bu da ruhun böyle yüzeye çıkmasına engel oluyormuş gibi. Ruh ise, dışarı çıkmayı başardığı anda partilerin politikası, escudo’nun değer kaybetmesi ve büyük adamın büyük meslektaşlarının her türden alçaklığı üzerine konuşuyor.
Hiçbir insan ötekileri anlayamaz. Şairin dediği gibi, hayat okyanusunda birer adayız; aramızda bizi tanımlayan, birbirimizden ayıran deniz vardır. Bir ruh istediği kadar bir başka ruhun ne olduğunu anlamaya çalışsın, olsa olsa kiminle iki çift laf edebileceğini öğrenmiş olur
Bir ağaçla bir yüze, bir afişle bir gülümsemeye aynı gözle bakıyorsam, belki de anlaşılabilirliğe şüpheyle yaklaşmamdan oluyor bu. (Hepsi doğal, hepsi yapay, hepsi bir.)
Baştan sabitlenmiş doğal kaderleriyle hayatta kendi yolunda giden basit, bozulmamış insanlarla kıyaslandığında, kafeleri dolduran şahsiyetlerin halini, en iyi rüyalarımıza giren eciş bücüş cücelerle tarif edebilirim – cüceler ne kâbus getirir ne hüzün, ama uyanıp da hatırladığımızda, aslında cücelerin bir parçası olmayan, ama onlarla bağlantılı bir şey, kim bilir neden bulantı verir, tiksinti uyandırır.
Her şeyin özeti burada, tıpkı odamın önündeki küçük avlu gibi, işyerinin arkasındaki parmaklıklı pencerelerden bakıldığında çöp atmak için yapılmış bir hücreye benziyor.
Ahlaki yasanın, daha üstün bir ahlaki yasa adına, her ne şekilde olursa olsun ihlali meşrudur. İnsanın aç olduğu için ekmek çalması affedilemez. Bir sanatçının geçimini ve huzurunu iki yıllığına garantiye alacak bir parayı çalması bağışlanabilir, yeter ki yapıtıyla uygarlığa katkı sağlamayı hedeflemiş olsun; yapıtta salt estetik kaygılar güdüldüyse, bu mantık geçerliliğini yitirir.
bedene sahip olmak için maddesini kendimize mal etmemiz, onu yememiz, içimize sindirmemiz gerekir…
sevdiğimiz o bedeni bir kere ele geçirdik mi o bizzat biz olur, bir başkası olmaktan çıkar ve öteki varlığın yok olmasıyla aşk da biter.
Zarif bir bedene sahip olmakla güzelliği saramazsın, sadece hücrelerden oluşan, yağlı bir bedeni kucaklayabilirsin; öpüşme bir ağzın güzelliğine değil, ölümlü mukozadan olma dudakların nemli etine değer; cinsel birleşme bile basit bir temas, samimi bir sürtünmedir, ama gerçek bir iç içe geçme, bir bedenle bir başkasının iç içe geçmesi bile değil.
Yediğin şeyi kendine dahil ettiğine, kendi maddene dönüştürdüğüne, onun içine girişini hissettiğine ve o andan itibaren sana ait olduğuna şüphe yok. Ama yediklerinden bahsederken hiç “sahiplenilmiş” demedin. Bu durumda, sahip olmak diye neye diyorsun?
Gereksiz manzaralar, tıpkı Çin fincanlarını çepeçevre saran, kulpun bir tarafından başlayıp öbür tarafa gelip dayanan görüntüler gibi. Fincanlar hep o kadar küçük ki…
Bir Çin yelpazesinin üzerindeki manzara üçboyutlu değil diye kendini kahreden insanlar vardır.
Gerçek anlamda sabit olan şeylerin psikolojisi nefistir! Kumaşında sonsuzluk vardır; ve bir de, fincanda çizili olan bir karakterin gözle görülür ölümsüzlüğünün doruklarından, ne bir tavırda karar kılan, ne de bir jestle oyalanan fani heyecanımızı dudak bükerek süzüşü vardır.
–geometrik bir namus üzerine kurulu, iki boyutlu aşklar– cesur psikologlar için bulunmaz bir hazinedir herhalde. Bu barbar maden çağında, kişiliğimizi korumak, onun gerek kendini
sıfırlayarak, gerekse başka kişiliklerle özdeşleşerek soysuzlaşmasını engellemek istiyorsak, hayal görme, analiz yapma ve başkalarını büyüleme yeteneğimizin bilinçli olarak, üzerine titreyelim.
Duyularımın onlara neler algılatacağımı tahmin etmelerine kesinlikle izin
vermem… Sıkıntıdan içi daralarak, kocaman, çevik, hain kedileriyle oynayarak bir prenses gibi oynarım duyularımla…
İçimdeki kapıları ansızın kapattığım olur, yoksa birtakım duygular kaçıp su yüzüne çıkabilir. Geçtikleri yollardaki tinsel eşyayı kaldırırım, duygularda iz bırakmasınlar diye.
Yaptığımızı sandığımız sohbetlere sızmış anlamsız, küçük cümleler; kendileri de hiçbir anlam taşımayan cümlelerin küllerinden doğma saçma iddialar.
İfadenizdeki sahteliği görünce
“Kendinizi fazla hırpalamıyor musunuz?
düşlerdeki neşeler tutarsızdır, hüzne boyanmıştır, gizemli, özgün bir şekilde, onlara o nefis tadı veren de budur. Doğudan batıya, saçmalayalım hayatı.
Hissedilmiş olan neyse, yaşanmış olan da odur.
Kendi kendime diyorum ki, farklı olsaydım mutlu bir gün olurdu bu, çünkü düşünmeden mutlu olurdum. Her zamanki işimi – her gün anormal derecede tekdüze gelen işimi erken bastıran bir keyifle bitirirdim. Birkaç arkadaşla otobüse atlayıp Benfica’daki dış mahallelere giderdik. Tam gün batarken, yeşillikler arasında akşam yemeği yerdik. Neşemiz manzaranın ayrılmaz bir parçası olur, bizi gören herkes tarafından da öyle kabul edilirdi.
Her şeye rağmen ben, ben olduğumdan, kendimi o başka insan olarak hayal etmekten ince bir zevk almıyor değilim. Bir ağacın ya da çardağın altında oturan o-ben birazdan midemin aldığının iki katını yiyecek, içmeye cesaret edebileceğimin iki katını içecek, benim ömür boyu gülebileceğimin iki katı gülecek.
ters çevrilmiş bir çekmecenin içinden etrafa saçılan eşyalar gibi. sanki hayatın balkonundan sarkmış bakıyoruzdur.
İstem gevşer, çünkü ona ihtiyaç yoktur. Istırap molası
Sokak artık beni yoruyor; yo hayır, yormuyor – hayattaki her şey sokak. Karşıda, sağ omzumun üstünden bakınca gördüğüm bistro var ve gene karşıda, sol omzumun arkasına denk düşen kasa yığını; ortada, ancak tam dönersem görebileceğim ayakkabıcı, Afrika Kumpanyası’nın sundurmasını düzenli çekiç sesleriyle inletiyor. Öbür katların ne olduğu belli değil. Üçüncü katta bir pansiyon var, dediklerine göre bir fuhuş yuvası imiş, ama hep böyle, hayat böyle.
Sokak mı, beni yormak mı? Sadece düşündüğüm zaman. Sırf sokağa bakarken ya da onu hissederken düşünmüyorum: Köşede, en dipteki adam, muhasebeci yardımcısı hiç kimse olarak büyük bir iç huzuruyla çalışıyorum. Ruhum yok, kimsenin ruhu yok – geniş salonda her şey işten ibaret. Milyonerlerin gönül eğlendirdiği yerlerde, hep o yabancı ülkelerde de iş vardır, ruh yoktur. Elde var topu topu bir, bilemedin iki şair. Ah neler vermezdim benden de bir cümle kalsın diye geriye, duyanın, “Güzel laf!” diyeceği bir şey, tıpkı kopyalayıp ömrümün kitabının sayfalarına kaydettiğim rakamlar gibi.
Galiba bir kumaş mağazasında muhasebeci yardımcısı olmaktan hiç vazgeçmeyeceğim. Bütün samimiyetimle söylüyorum, umarım asla şef muhasebeci olmam.
Yakalanmadığım bir hastalığın ardından, uzak, işe yaramaz bir nekahet devresine giriyorum.
Sıkıntı dünyadan bıkmış olmaktır sahiden de, yaşadığını hissetmenin rahatsızlığı, yaşamış olmanın yorgunluğudur; sıkıntı gerçekten de her şeyin haddinden fazla anlamsız olduğunu tende hissetmektir. Ama bütün bunların ötesinde, sıkıntı aynı zamanda var olan ya da olmayan başka dünyaların verdiği bıkkınlıktır; bir başkası olarak, bir başka şekilde, hatta bir başka ülkede bile olsa yaşamak zorunda olmanın rahatsızlığıdır; sadece dünün ve bugünün değil, ayrıca yarının ve eğer varsa sonsuzluğun ya da hiçlik sonsuzluk ise hiçliğin verdiği yorgunluktur.
Sıkıntı kaosun fiziksel olarak algılanması, kaosun her şey olduğu duygusudur. Esneyenler, somurtkanlar, yorgunlar, daracık bir hücrede tutsak hissederler kendilerini. Hayatın dar sınırlarından tiksinenler, eli ayağı bağlanıp daha geniş bir hücreye atılmış gibidir.
Hiç ölmemecesine ölmekte olan akşamın huzurlu güzelliği
sanki daha yüksek, daha aşınmış oldukları bir yerde, şeylerin de içinde bir şey varmış, o şeyin de kendine has, somut bir sıkıntısı varmış, şeyler gibi olamamasının, kaygıdan ve hüzünden ibaret, ele gelmez bir cisim olmasının sıkıntısı.
Dış dünyanın varlığı, sahnede oynayan bir aktörün varlığına benziyor: Var olduğuna şüphe yok, ama kesinlikle bambaşka bir şey olarak.
…Ve her şey onulmaz bir hastalık.
Hissetmenin yararsızlığı, beceriksiz olma mecburiyetinin ürpertisi, eylemekten âciz olmak […]
Bir şeyi görmenin başlangıcı gibiydi, ama nereden bakılsa aynıydı, yarı-görünen şey, tam olarak ortaya çıkmaya çekiniyordu sanki.
Oysa tek başımıza olsak, ayak seslerimizden uyanırdık. İsimsiz, imkansız dinleyicileri
[…] uzak yataklarda gerçekten hayal ettiği mor hareli, yaldızlı denizlerin bağrında, muhteşem adalar gördüğü anda boğulan bir kazazede gibi.
Galiba benim gibilere dekadan diyorlar, içimde (zihnimin dışarıdan yaptığı tarife göre) egzotik, ateşli bir ruhu beklenmedik kelimelerle açığa vuran, güya olağanüstü geçinen o hüzünlü pırıltılardan olmalı. Böyle yaratıldığımı ve saçma olduğumu hissediyorum. İşte bundan dolayı, klasik yazarların ortaya attığı bir hipoteze öykünerek, en azından yedek ruhumu süsleyen duyguları bir dil matematiğiyle anlatmaya çalışıyorum. Yazarak düşünmeyi sürdürürken bir an geliyor, dikkatimin esas olarak nereye yoğunlaştığını anlayamaz oluyorum – bilmediğim bir nakış deseniymiş gibi tarif etmeye çalıştığım dağınık duygulara mı, yoksa nasıl tarif ettiğimi tarif etmek isterken sonunda
aralarına dalıp pusulamı şaşırdığım, kaybolduğum, daha ötelerdeki başka şeyleri görür olduğum kelimelere mi. Bende fikirlerin, kelimelerin ve imgelerin çağrışımlar yaptığını hissediyorum – bunların hepsi aynı anda hem gayet net, hem de karmaşık bir şekilde gerçekleşiyor– ve hissettiğimi zannettiklerim kadar hissettiklerimi de söylüyorum; ruhumun, yüzüstü bıraktığı yerde çiçeklenmiş imgelerden hangilerini bana telkin ettiğini ayırt edemiyorum; barbar bir kelimenin sesinin ya da araya kattığım bir cümlenin ritminin beni zaten belirsiz olan konudan, biriktirdiğim duygulardan uzaklaştırıp uzaklaştırmadığını, tıpkı kafamız diye çıktığımız yolculuklardaki gibi beni düşünmekten ve söylemekten alıkoyup koymadığını anlayamıyorum. Ve aslında tekrarlandıkça bana kendimi yararsız, başarısız hissettirmesi, nihayetinde kederlendirmesi gereken bütün bu şeyler, pırıl pırıl kanatlar veriyor bana. İmgelerden bahsetmeye başlamamla –belki de aşırı imge kullananları ayıplama niyetiyle yola çıktığım için–, içimde başka imgelerin doğması bir oluyor; hissetmediğim şeyi reddetmek için içimde diklenmeyegöreyim, bir bakıyorum ki o şeyi hissetmekteyim, itirazım da allı pullu bir duyguya dönüşmüş; nihayet çabalarımdan umudu kesip kestirme yollara sapmaya kalkıştığımda bu sefer de gayet klasik bir terim ya da uzamsal, yalın bir sıfat, önümde duran, uyuklayarak bir şeyler çiziktirdiğim kâğıdın üzerindeki sır perdesini kaldırıyor, mürekkepten doğma harfler o an sihirli işaretler barındıran, saçma bir haritaya dönüşüyor. Kalemimle birlikte kendimi de yerine kaldırıyorum, arkama yaslanarak kıpırtısızlığın o koca pelerinine sarınıyorum, dağılmışım, uzağım, parçalanmışım ve dişi bir şeytan gibiyim, uzak yataklarda gerçekten hayal etmiş olduğu mor hareli, yaldızlı denizlerin bağrında muhteşem adalar gördüğü anda boğulan bir kazazede gibi nihaiyim.
Duyularımızın sadece edebiyatı algılamasını sağlasak; eğer onlar yükseldikçe bizim küçülmemiz gibi bir tehlike varsa, heyecanları da sırf oynak ve parlak cümle heykelleri yapmaya yarayan malzemeye dönüştürsek…
Bugün ruhumu tanımlamak için tercih ettiğim ifade, duyarsızlıklar yaratıcısı. Hayata faydası dokunacak bir eylemde bulunacak olsaydım, en çok, insanları kendileri için hep daha fazla, ortak hayatın dinamik yasası içinse hep daha az hissedecek şekilde yetiştirmek isterdim. Sıradanlığın hastalığı yaymasını engelleyebilecek bu manevi temizliği insanlara öğretmek; idealimdeki sahici pedagoga yıldızların biçtiği kader bence bu olabilir.
Bilmeyi istediklerimi çoğaldıkça, bildiklerimiz o kadar azalır.
Hayvan ne yaptığını bilmez: Düşünmeden, akıl yürütmeden, gerçek bir geleceği olmadan doğar, büyür, yaşar ve ölür. İyi ama, hayvandan farklı yaşayan kaç insan var ki?
Dünyanın ilk sayfasından beri
Yağmur yağıyor ve birden, ne olduğunu bilmeyen, düşüncelerini ve heyecanlarını hayal eden, yeraltında bir yuvaymış gibi varlığın özel bir yerine büzülmüş, azıcık ısınınca ezeli bir gerçeğe kavuşmuş gibi sevinen bir hayvan olmanın sonsuz hüznüyle doluyor içim.
Var olmak, inkâr etmek demektir. Bugün yaşayan ben, dün ben olan şeyin, dünkü benin, tekrar inkârından başka neyim ki? Var olmak, kendini yalanlamaktır. Hiçbir şey hayatı, yazılanların bir gün sonra tekzip edildiği gazetelerden daha iyi anlatamaz.
İstemek, muktedir olmamaktır.
İsteyen asla muktedir olamaz, çünkü isterken yitip gider. Bence bunlar temel ilkeler.
İnsanların hepsi değilse de çoğu iğrenç bir hayat yaşıyor: Bütün neşeleriyle, hemen bütün acılarıyla iğrenç, ölüm acısı hariç, çünkü ona Gizem karışıyor.
Kıvrak sesler Madeni iniltisi
Ne kadar da hafif küçük hizmetçi kızın adımları ve zihnimde canlanan, kenarına kırmızı ve siyah bant geçilmiş terlikleri – onları bu kadar net olarak görüyorsam, çıkan ses o kırmızılı siyahlı banttan bir şeyler aldığı içindir; evin oğlunun daha kararlı, daha kendine güvenli botlarının sesi, çocuk tiz bir “az sonra görüşürüz”ün ardından gidiyor, kapının çarpması sözü ikiye bölerek, “az”dan sonra gelen “…görüşürüz”ün yankısını boğuyor; birden bir sessizlik, sanki dünya burada, dördüncü katta durmuş; yıkanacak bulaşıkların sesi; akan su; bir “ben sana demiştim” ve nehirden sessizlik sireni yükseliyor.
Ama beni, düş gücüme olduğu kadar mideme de vuran bir uyuşukluk sarmış. İki sinestezi arasında dağlar kadar vaktim var. Kalkıp soracak olsalar, benim de canım cevap vermek istese, şu ağır akan kısa dakikalardan; düşüncenin, heyecanın ve eylemin, hatta neredeyse bizzat duyumun şu anki hiçliğinden, paramparça iradenin şu ölü doğmuş çöküşünden daha iyi, daha kısa bir hayat isteyemezdim, bunu düşünmek bir mucize. Arkasından neredeyse düşünmeksizin kendime diyorum ki, insanların çoğu, hatta belki tamamı bu şekilde yaşıyor, daha yukarıda, daha aşağıda, kımıldamadan ya da hareket ederek, ama yüce hedefler söz konusu olduğunda aynı uyuşukluğa kapılarak, tasarılarına böyle boş vererek, hayatın yoğunluğunu böyle azaltarak.
Hayal kurduğum gibi, istersem akıl da yürütürüm, çünkü o da aslında hayal kurmanın bir başka biçimidir sadece. yaşamanın tarifsiz melodisi gibi – bütün bunlarda kimsenin bir sorumluluğu yoktu.
Sezmenin ya da bilmenin yararı yok. Gelecek bizi saran bir sis ve yarın görür gibi olduğumuz anda bugüne benzer. Kitaplardan yükselen ölüm kokusu
Şu an, son yağmurlar da göğü terk edip toprağa kök salmışken –gök dupduru oldu, yer ise nemli ve hareli–, yükseklerdeyken derin mavinin izini süren hayatın şimdi yoğunlaşmış olan aydınlığı, aşağıda, geçmiş sağanakların serinliğiyle neşelenmek için ruhlarda göğünün bir parçasını bıraktı, yüreklerde ise serinliğinin birazını.
İstesek de istemesek de, zamanın, yerle göğün zavallı uyrukları olan şekillerinin, renklerinin kölesiyiz. Etrafını hor görerek kendine dalan birinin geçeceği yollar bile, yağmura, güneşe göre fark eder. Sırf yağmur yağıyor ya da dindi diye, belki de ancak soyut duyguların en mahrem yerinde algılayabileceğimiz birtakım karanlık dönüşümler meydana gelebilir, gerçekten hissetmediğimiz halde hissedilebilir bunlar, çünkü zamanı da tam hissetmediğimiz halde pekâlâ hissetmişizdir.
Her birimiz başlı başına çoğuluz, kalabalığız, kendi kendimizin çoğalışıyız. Bundan dolayı, etrafındaki havayı küçümseyen varlıkla, ondan tat alan ya da acı duyan varlık bir değil.
Yabancılardan kurulu bana ait bu evrenden, alacalı bulacalı ama sıkışık bir kalabalıkmış gibi tek bir gölge vuruyor yere – yazmakta olan birinin huzurlu bedeni bu gölge, ödünç verdiğim kurutma kâğıdımı geri almaya giderken onu ayağa kaldırıp Borges’in yüksek masasına doğru eğiyorum.
Anlaşılan güneşten değil, şehrin kendisinden fışkırıyor sabah,
Işığı görünce büyük bir umuda kapılıyorum; evet, kabul ediyorum, bu tamamen edebî bir şey. Sabah, ilkbahar, umut – bunları bir ezgiyle birbirine bağlayan melodik bir amaç var;
Bugüne umutlar bağladımsa da, benim değildiler, geçen zamanı yaşamakla yetinen insanlara aitti onlar,
Umut etmek mi? Ne var ki umut besleyeceğim? Günün kendinden başka bir vaadi yok, gayet iyi biliyorum bir akışı, bir de sonu olduğunu.
Her yeni doğumda, neyin öleceğini düşlemektense neyin doğduğunu hissedebiliriz pekâlâ. Şimdi, yüce, engin ışığın altında şehir bir ev tarlasına benziyor – doğal, geniş ve planlanmış bir şey. Ama bu görüntünün ortasındayken bile, nasıl unutabilirim var olduğumu?
Birden çocukken, sabahın şehrin üzerinde yükselişini, bugünkünden bambaşka türlü gördüğüm geliyor aklıma. O zamanlar benim için değil, hayat için doğardı gün, çünkü henüz bilinçli olmadığımdan hayatın ta kendisiydim. Sabaha bakınca neşem yerine gelirdi; bugün de sabaha bakarken seviniyorum, fakat aynı zamanda hüzünleniyorum da. Çocuk duruyor hâlâ, ne var ki sustu. Onun gibi görebiliyorum, ama gözlerimin ardında görmekte olduğumu görüyorum; ve o dakika güneş kararıyor, ağaçların yeşili kararıyor, çiçekler daha tomurcukları patlamadan soluyor. Evet, eskiden buralıydım gerçekten de; bugün en yeni görünen manzaraların karşısında bile, sürgüne gidip de geri dönmüş gibi hissediyorum kendimi, hem hancıymışım hem de ebedi göçebe, gördüğüm, duyduğum her şeyin yabancısıymışım, kendimden yaşlanmışım.
var olmak için elimde olmadan harcadığım çabayı, ağır bir kıyafet gibi üzerimden çıkarmak istiyorum.
İçgüdülerim, varoluşun hiçbir somut koşulunun benim gibi varlıklara uygun olmadığını, gündelik hayatın hiçbir meselesinin lehimize sonuçlanmayacağını söylüyor. Pek çok nedenden dolayı hayattan zaten uzaklaşıyordum, bu da tuz biber oluyor. Sıradan insanları yüzde yüz başarıya ulaştıran bu koşullar, sıra bana geldiği anda tahmin edilmesi imkânsız, uğursuz sonuçlar doğuruyor.
Gayet iyi biliyorum ki, başkalarının su içer gibi elde edeceği başarılara, var gücümle uğraşsam da erişemeyeceğim.
Aslında bütün bunların stoacılıkla hiçbir ilgisi yok. Istırabımın asaleti sadece lafta. Hasta bir hizmetçi gibi sızlanıyorum. Ev kadınları gibi öfke saçıyorum. Hayatım baştan sona yararsız, tepeden tırnağa hüzne boğulmuş.
Etkin bir canlı olmayı beceremedim hiç.
ötekilerin olanca doğallığıyla yaptıklarını, ömür boyu bilinçli bir şekilde yapmaya uğraştım. Hayatla benim aramda, baştan beri mat camlar oldu:
Duyarlılığım mı aklıma göre fazla coşkun, yoksa aklım mı duyarlılığıma göre, diye sordum kendime hep. Öteden beri ya birinde ağır kaldım ya öbüründe ya da ikisinde birden, daha da olmazsa üçüncü bir şey bunların gerisine düşmüştür .
İdealler düşleyenler [?] denince, midemin en dibinden bir bulantı yükseliyor – sosyalistler, özgeciler, insanlığa hizmet etmeyi amaç edinmiş herkes. Bunlar idealleri olmayan idealistler, düşüncesiz düşünürlerdir. Suyun yüzüne vuran, boş deniz kabuklarının da yüzeye çıkmasına bakarak kendilerini güzel sanan pislik yığınlarıdır bunlar, paylarına düşen kadere boyun eğmek adına hayatın yüzeyine çıkmaya uğraşırlar.
Pahalı bir puro yakıp gözlerini kapamak – zenginlik diye işte buna derler. Gençliğini geçirdiği yere geri dönen bir adam gibi, ucuzundan bir sigara
yakarak, hayatımda böyle sigaralar içmeye alışkın olduğum yere geri dönmeyi başarıyorum. Dumanın hafif kokusu geçmişi olduğu gibi diriltiyor.
Kendimi ilerliyorum, sokaklarda değil, acımın içinde. Sıra sıra dizilmiş evler, ruhumu kuşatan anlayışsızlardır; […] adımlarım kaldırımda, gecenin içinde yükselen gülünç bir çan gibi, bir makbuz ya da bir kafes parmaklığı kadar somut, korkmuş bir gürültü gibi yankılanıyor.
Her şeyden giderek daha az zevk alır oldum, hatta hiçbir şeyden tat alamamaktan da.
Kendime hiçbir anlam veremiyorum… Hayat ağır geliyor… Heyecanların şiddetini kaldıramıyorum. Fazlasıyla olaysın.
Dünyayı parmaklarımıza sarsak
Bilinçsizliğimizle, yararsız, anlamsız hayat tarzımızla hayvanlardan farkımız yok
Konuşabilmek, yazabilmek asli içgüdümüz olan, farkına varmadan yaşama olgusuna hiçbir yenilik katmaz. Düşmeyen mutludur
Ne mutlu hayvanlara en çok benzeyen insana, bizim zorla çalışarak sahip olabildiğimiz varlığa, parmaklarını bile oynatmadan sahip olur o; ancak hayalî yollardan geçerek dönebildiğimiz evinin yolunu bilir; ve bir ağaç gibi olduğu yere sıkıca kök salmış olduğundan manzaranın, dolayısıyla güzelliğin bir parçasıdır, biz ise araf efsanelerinden, yararsızlığın ve unutuşun etten kıyafetler giymiş figüranlarından başka bir şey değiliz.
Mutlu olmak için, mutlu olduğunu bilmek gerekir. Mutluluk, mutluluğun dışındadır.
Bilmeden mutluluk olmaz.
Bilmek, her şeyde olduğu gibi mutlulukta da öldürmektir. Ne var ki bilmemek de var olmamak anlamına gelir.
Bir tek Hegel’e göre, mutlaklık, en azından kâğıt üzerinde aynı anda iki şey olmayı başardı. Varlık ve yokluk hayatın içindeki duyumlarda ya da temelindeki nedenlerde ne bütünleşir, ne karışır: Bir ters sentez yoluyla birbirini dışlar.
Tanrı beni çocuk yaratmış, ömrüm boyunca da çocuk bıraktı beni. Şefkatsiz yaşayamayacağım halde
Beklenmedik gelip gitmelerin bizde uyandırabileceği en ilginç duygulardan biridir bu: genellikle kalabalık, gürültülü ya da yabancı bildiğimiz bir evde, kendimizi birdenbire yapayalnız buluverme duygusu. Bir anda her şey bizim olmuştur sanki, kolayca, geniş bir iktidara erişmişizdir, daha önce söylediğim gibi gevşer, rahatlar, huzura kavuşuruz.
Yapayalnız olmak ne kadar da güzeldir! Kendi kendine yüksek sesle konuşabilmek, kimseyle göz göze gelmeden gezinebilmek, sandalyede kaykılıp hiçbir sesin bölmeyeceği düşlere dalabilmek! O zaman ev geniş bir çayır olur, oda ise koca bir park kadar büyür.
Evet, bizim işyerinde çalışanlardan biri bu. Duruyor, kapı açılıyor, içeri giriyor. Boylu boyunca karşımda. Girerken soruyor: “Yalnız mısınız, Bay Soares?” Karşılık veriyorum: “Evet, deminden beri…” Gözü portmantoya asılı eski cekette, üzerindekini çıkarırken ekliyor: “Yalnız başına insanın canı sıkılır Bay Soares, hem ayrıca…” “İnsan sıkılıyor, orası kesin,” diye cevap veriyorum. “Uykunuz gelir,” diyor o da, delik deşik ceketi sırtına geçirip masasına yönelirken. “Kesinlikle doğru,” diye onaylıyorum gülümseyerek. Sonra unutulmuş kaleme uzanıyorum ve normal hayata özgü isimsiz sıhhatliliği yeniden, kalıp gibi üzerime oturtuyorum.
Bir insanın aklının biraz kıt olduğunu, en iyi, başkalarına zarar vermeden espri yapamamasından anlarsınız. Seviyesiz doğmuş bütün yığınların birbirine benzediğini öğrendim
İrade mezarına
Kendimi ben yaratmadığıma göre, gururlanacak neyim var?
Hayatın iğrençliğinden değil, kendi hayatımın iğrençliğinden yakınırım.
Ve bu koca kitap, upuzun bir şikâyettir.
Daha kişilikli
Gerçekliği organik alanla sınırlamak, heykelciklerin, işlemelerin ruhsuz olduğunu sanmak büyük talihsizlik. Şeklin olduğu yerde, ruh da vardır.
Sanatlar arasında, psikologların incelikli çalışmaları için en uygun zemini edebiyat ve müzik sunar. Roman kahramanları, herkesin bildiği gibi, herhangi birimiz kadar gerçektir. Bazı sesler uçarı, hızlı bir ruha sahiptir, ama psikolojiye ve sosyolojiye mükemmelen uyum sağlarlar. Aslında –ki cahillerin bunu bilmesi iyi olur–, renklerde, seslerde ve cümlelerde toplumlar vardır, tıpkı senfonilerdeki çalgıların bütünlüğünde, romanların tutarlılığında, savaşçıların, sevgililerin ve simgesel varlıkların neşesinin, acısının hissedildiği, iç gıcıklayıcı pozların birbirine karıştığı karmaşık bir tuvalin karelerinde –metaforsuz, mutlak anlamda– toplumsal düzenlerin, devrimlerin var olduğu gibi.
Hiçbir şey kitaplar kadar zevk vermez
beni sıkmadan eğitir. Seçkin, dingin kafalardır bunlar; onlar gibi ya da herhangi başka birileri gibi olmaya yönelik bomboş isteğimi doyururlar.
Karşımda kocaman açılmış duran, içinde hayatın bütün Doğuları hayal ettiği Muhasebe Defteri; ya da servis şefinin kâinatı altüst eden, zararsız şakaları; ve sonra patrona telefon etmesini söylemek, resmî sevgilisi aradı
Ve bir de arkadaşlar var – tabii iyi çocuklar, onlarla çene çalmak, öğlen yemeğine çıkmak, akşam yemeği yemek çok hoş ve hepsi, nasıl söylesem, öyle iğrenç, öyle kaba, öyle acınası ki; sokak ortasındayken bile kumaş dükkânımızdayızdır; başka bir memleketteyken bile muhasebe defterimizin başındayızdır, çoktan sonsuzluğa dalmış olduğumuz halde patronumuzun yanındayızdır hep.
Herkesin münasebetsiz şakalara meraklı bir servis şefi vardır, herkesin zihni bir bütün olarak evrenin dışındadır. Herkesin bir patronu, patronunun sevgilisi, en olmadık zamanda, güneş bütün ihtişamıyla batarken çalan bir telefonu vardır – ve sevgililer kibarca [?] özür diler daha doğrusu başka arkadaşları araya koyarak, gayet iyi bildiğimiz gibi şık çaylarda [?] veren sevgililerini haberdar ederler.
Ama Aşağı Şehir’deki bir işyerinde ya da bir kumaş mağazasının muhasebe defterlerinin başında olmasalar bile, hayal kuran herkesin karşısında gene de bir Muhasebe Defteri durur, bu evlendikleri kadın olabilir ya da miras aldıkları bir geleceğin idaresi – her ne olursa, fakat kesinkes vardır.
Biz bütün hayalciler ve düşünenler, hepimiz bir Kumaş Mağazası’nda ya da herhangi bir Aşağı Şehir’deki bir başka dükkânda yardımcı muhasebeciyiz. Hesaplar yapar ve kaybederiz; toplayıp geçeriz, bilançoyu çıkarırız – görünmez hesap bakiyesi hep eksidedir.
Kafamdaki yolculuk
Sonsuzluğa açılan benim dördüncü kattan, gözlerimin önünde bastıran akşamın içinde, makul bir derinlikte yıldızlar başlayacak diye pencereden sarkmışım – düşlerim bilinmedik, farazi, belki sadece imkânsız ülkelere yolculuklar için biçilen uzaklıklara ayak uyduruyor.
En derin kaygımızı sadece evrenin değil, ruhumuzun düzeni için de önemsiz bir olay olarak kabul ettiğimiz anda bilgeliğe adım atmışız demektir. Bunu kaygıyla iyice kuşatılmışken düşünebilen ise tam bir bilgedir. Acı çektiğimiz anlarda, insanoğlunun ıstırabı bize sonsuz gelir. Ama insanoğlunun acısı sonsuz değildir, çünkü insana ait olan hiçbir şey sonsuz değildir, geniş düşünüldüğünde bizim acımızın da, bizim olmak dışında herhangi bir değeri yoktur.
Deliliğe yakın duran bir sıkıntının ya da ondan bile engin bir kaygının yükü üzerimdeyken, kim bilir kaç kez, tam isyan edecekken durmuş, tam kendimi tanrılaştıracakken tereddüt etmişimdir. Dünyanın esrarını bilememenin acısı, sevilmemenin acısı, haksızlığa uğramanın acısı, hayatın bütün ağırlığıyla üzerimize abandığını, bizi boğduğunu, tutsak ettiğini hissetmenin acısı, diş ağrıları, ayakkabı vurmuş ayakların acısı – bizim için ve tabii başkaları ya da genel olarak canlı varlıklar için en şiddetli acı bunlardan hangisidir, var mı bilen?
Benimle konuşmuş, sesimi duymuş olanlardan bazılarına göre, ben duyarsız bir insanmışım. Bana sorarsanız, çoğu insandan daha duyarlı olduğumu sanıyorum. Ben aslında kendini iyi tanıyan, bundan dolayı duyarlılığın ne olduğunu iyi bilen duyarlı bir varlığım.
Ah! Yo, hayatın acı olduğu ya da varoluşu düşünmenin acı verdiği doğru değil. Doğrusu şu ki, acımız, ancak büyük dedikçe büyür ve ciddileşir. Biz doğal davranırsak, geldiği gibi geçer, nasıl yeşerdiyse öyle solar. Her şey hiçtir, bu hiçliğin içinde acımız da hiçtir.
gördükten sonra gözlerimi kapatıyorum, hissettikten sonra yüzümü unutuyorum. Böyle daha iyi olmasam da, başkalaşıyorum. Kendimi görmekle kendimden kurtulmuş oluyorum. Hatta gülümsemek geliyor içimden: Şimdi kendimi daha iyi anlıyor değilim, ama artık farklı olduğumdan kendimi anlamaktan vazgeçmiş durumdayım.
Soylu olmak için değil, güçlü olmak için değil, kendimiz olmak için saf, temiz olalım. Sevgi vermek, sevgiyi kaybetmek demektir.
Hayata sırt çevirelim, kendimize sırt çevirmemek için.
Varlıkların kendisinden değil, uyandırdıkları düşüncelerden ve düşlerden zevk almayı öğren. Görmek ve işitmek, hayatın bize sunduğu yegâne soylu şeylerdir.
Tanrı iyidir, ama şeytan da kötü değildir.
Kendi gözümüzde küçülmemek için, hırs, tutku, arzu ya da umut beslememeye, atılımlar yapmamaya, coşkusuz yaşamaya alışalım, yeter. Bunu başarabilmek için hep kendimizin huzurunda olduğumuzu, asla rahat davranabileceğimiz kadar yalnız kalmadığımızı hiç aklımızdan çıkarmayalım. Bu sayede tutkuya ve hırsa olan doğal eğilimimizi yenebiliriz, çünkü tutkular ve hırslar, zırhımızı zedeleyen birer kusurdur; ne arzumuz olsun ne umudumuz, çünkü arzular ve umutlar zarafetten uzak, avam duruşlardır; ne atılımlar yapmayı bilelim ne de coşkulanmayı, zira hızlanmak başkalarına karşı ayıptır, sabırsızlık ise her yerde kabalık addedilir.
Sevişmek, bir aşk hayalinin gölgesine, ayın vurduğu iki dalgacığın arasında uzanan, solgun, titrek bir arafa indirgensin.
Hayatımın her aşamasında, her durumunda, başkalarıyla olan bütün ilişkilerimde, hep davetsiz bir misafir olarak görüldüm. En azından bir yabancı olarak. Gerek ailem, gerek dostlarım, beni daima dışarıdan biri olarak algıladılar. Bir kez olsun kasten o şekilde davranmış değilim. Davrandımsa da, karşımdakilerin farkında olmadan gösterdiği tepkilerden olmuştur o da.
Doğal olarak, en yakınlarım için bile misafirdim, bunun için de iyi ağırlanmalıydım, ama yabancılara gösterilen o hesaplı özenle, davetsiz misafirlerin payına düşen sevgisizlikle.
Bana yönelik bu davranışların, esasen kendi mizacımdaki birtakım karanlık taraflardan kaynaklandığına hiç şüphem yok.
Herkes başkaları için kendini parçalıyor; bana ise kibar davranmakla yetiniyorlar.
Saygı uyandırmayı becerebiliyorum, sevgi uyandırmaya ise yeteneğim yok.
Bazen acı çekmeyi sevdiğimi düşünüyorum. Ama aslında tercihim bu değildi.
Benim kadar akıllı olmayanlar daha güçlü bir karaktere sahip. Hayatta kendilerine yer edinmekte daha ustalar; zekice yeteneklerini kullanmakta daha becerikliler.
Günün birinde sevecek olsam, sevilmem.
Kimi delilerin en delice fikirlerini hem başkalarına hem kendilerine, ne biçim bir bilinçle, mantıksal açıdan nasıl bir tutarlılıkla kanıtladığını görünce, özbilincimin tamamen bilinçli olduğuna olan inancımı kesin olarak yitirdim.
Koşullar kadar mizacımın da tutsağıyım, insanların kayıtsızlıkları kadar, ben olarak gördükleri kişiye gösterdikleri sevgi de incitici – bunlar, Kader’in bana bahşettiği insan yüzlü hakaretler.
Aralarından bir yabancı olarak geçtim, ama hiçbiri öyle olduğumu anlamadı. İçlerinde casus olarak yaşadım, ama kimse –ben bile– benden şüphelenmedi. Beni akrabadan saydılar: Kimse doğum sırasında karıştırıldığımı bilmiyordu. Böylece hiçbir benzer yanımız olmadığı halde ötekilere benzedim, hiçbir aileye ait olmaksızın herkesin kardeşi oldum.
Büyüleyici ülkelerden, hayattan daha güzel manzaralardan geliyordum, ama o ülkeleri kendimden başka kimseye anlatmadım, sırf düşlerde gördüğüm manzaraların ise adını bile anmadım. Parke taşlarında ya da döşemelerde yankılanan ayak seslerim onlarınkine benziyordu, ama yüreğim yanı başımda çarptığı halde, uzaklara sürülmüş, yabancı bir bedenin hayalî efendisiydi.
Beni evlerinde ağırladılar, elleri benimkini sıktı, sanki varmışım gibi sokaktan geçtiğimi gördüler; ama ben olan kişi o evlerde hiç bulunmadı, yaşayan benin sıkılacak eli yok, bakınca kendimi tanıdığım kişi, geçecek bir sokaktan bile mahrumdu, tabii o sokak bütün sokaklar değilse, başkalarının onu görebileceği sokak da yoktu, o bütün herkes değilse.
Hepimiz isimsiz, birbirimize uzak yaşıyoruz; başka kılıklar altında birer yabancı olarak acı çekiyoruz. donuk bir kahverenginin nemiyle kirlenmiş, grimsi ay beyazlığı.
soğuk sedef mavisiyle
uyduruk çıkarlar
tıpkı ikna edilememiş bir adamın tekrar itiraza başlaması gibi
tekerleksiz bir araba kadar gülünç ıstırabım gerçekliğin kıyısında, terk edilmiş dışkıların
Ve nihayet kendini öldürmeyi başaran bir adam gibi ani bir hareketle, içine sığındığım yatağın çarşaflarını, yumuşak örtülerini kaskatı bedenimden koparıyorum.
Biliyorum: Başımı kaldırsam, Aşağı Şehir’de ne kadar büro varsa, hepsinin kir pas içindeki pencereleri, cepheleri geçecek gözümün önünden ve hâlâ insanların yaşadığı üst katlardaki anlamsız pencereler, en tepede, çatı katının köşeleri arasında, çiçek saksılarıyla çeşit çeşit bitkilerin arasında her zamanki gibi güneşte kuruyan çamaşırlar. Hepsini biliyorum, ama bütün bu şeyleri altına bulayan ışık öyle tatlı, beni saran dingin hava o kadar anlamsız ki, sahte köyüme, ticaretin huzurla eşanlamlı olduğu küçük taşra şehrime sırt çevirmem için, göstermelik de olsa bir neden yok elimde.
Derken görmez oluyorum, bir baktım ki uyanmışım. Gülümseyerek kolaçan ediyorum etrafımı ve ilk iş ceketimin dirseklerindeki (ne yazık ki ceketim koyu renk) tozu silkeliyorum, kimsenin zahmet edip temizlemediği pencereye dayanmaktan olmuş, pencere kenarının günün birinde, bir an için de olsa, denizlerde sonsuz bir turistik geziye çıkmış bir geminin toz tutması imkânsız küpeştesine dönüşeceği kimsenin aklına gelmemiş.
Işık gününde
Bende de günlerden Pazar…
Gecenin yalnızlığının içinde epey yüksekte, bir pencerenin ardında yabancı bir lamba çiçeklendi. Şehrin geri kalanı zifiri karanlık, sokakların aydınlığından belirsiz yansımaların nefes nefese tırmanarak, tersten gelen bir ay ışığı gibi serpildiği yerler dışında. Gecenin siyahında evler de renklerini, tonlarını pek belli etmiyor: Çatıların düzenini bozan tek şey aralarındaki belirsiz, adeta soyut farklılıklar.
Görünmez bir ip, beni lambanın isimsiz sahibine bağlıyor. İkimizin de uyanık olmasının yarattığı ortaklık değil bunun nedeni: Karşılıklı olamaz bu durum, çünkü ben pencere kenarında, karanlıkta durduğumdan o beni kesinlikle göremez. Sebep başka bir şey, sadece bana ait, yalnızlık duygumla bağlantılı, geceden ve sessizlikten de beslenen, o lambayı var olan tek lamba olduğu için dayanak noktası olarak seçen bir şey. Galiba geceyi bu kadar karartan bu yanan lamba. Galiba lamba ben var olduğum, uyanık olduğum, koyu karanlıkta hayal kurduğum için ışık veriyor. Belki de var olan her şey, ancak başka bir şey var olduğu için vardır.
Hiçbir şey kendiliğinden yoktur, her şey yan yana vardır: Belki sahiden de böyledir. Karşıda bir yerlerde şu lamba, hayalî yüksekliklere sığınmanın ayrıcalığıyla çakmadan duran o deniz feneri olmasaydı, bu saatte var olmazdım, biliyorum –en azından bu şekilde var olmaz, bir anda özbilince varmazdım, bilinç olduğu için, bir anda olduğu için tamamen bendir o–. Hissettiğim bu, çünkü hiçbir şey hissetmiyorum. Bütün bunları, hiçbir şey olmadıkları için düşünüyorum. Hiç, hiç, gecenin, sessizliğin ve içlerindeyken ulaştığım hiçliğin, olumsuzluğun, fazlalığın birazı, benle kendim arasındaki mesafe, şey ve bir tanrının unutuluşu…
Daima farklı olduğumu söylerken bile, durmaksızın aynı şeyi tekrar etmiş olduğumu hissediyorum;
Hiç olmazsa kim olduğumu söylemek için, haddini aşan öznel hayatımın en ufak duygularını kaydetmek için sinirlerle donatılmış bir makine gibi harcadığım zavallı çaba – hepsi bir anda boşalıverdi, bir kova devrilmiş, kainatın suyu yere saçılmıştı sanki. Sahte renklerle inşa ettim kendimi – ve sonuç, şu beş para etmez imparatorluğum. Yaşanmış bir nesrin büyük olaylarını emanet ettiğim şu yüreği, bugün, farklı bir ruhla yeniden okuduğum şu sayfaların ıssız köşelerinde gördüğümde, bir taşra bahçesindeki eski püskü tulumbayı hatırlatıyor, içgüdüyle kurulmuş, ihtiyaçtan çalıştırılmış bir tulumba. En ufak bir kasırga patlamadan, boyumu aşmayan bir denizde gemim dibe vurmuş.
Kader’in kâğıtları arasında var olmaya fırsat kalmadan yitip gitmiş, bu ıskartalık, bu süprüntü, bu yararsız sayfalar neyle kafiyeli?
İçimde gömülü o kadar çok Cehennem ve Araf var ki – oysa hayata aykırı bir iş yaptığımı gören olmuş mu… benim gibi sakin, huzurlu bir adamın?
Portekizce yazmıyorum. Ben kendimce yazıyorum.
Hayat dışında her şey katlanılmaz hale geldi. Şu büro, şu ev, sokaklar –
Şu ölü büroya ölümsüzce giren bir güneş ışığı; bir seyyar satıcının odamın penceresine dek fışkıran çığlığı; hatta sadece insanların, bir iklimin, hava durumu diye bir şeyin var olması, dünyanın insanı sersemletecek kadar nesnel olması…
Güneş ışığı birden benliğime doğru geldi, o da onu birden gördü…
Sıkıntı zaten meyilli olanlara musallat olur, üstelik sahici miskinlerden çok çalışanları ya da çalışır gibi yapanları (bu durumda bu ben oluyorum) sever.
Sıkıntı zaten meyilli olanlara musallat olur, üstelik sahici miskinlerden çok çalışanları ya da çalışır gibi yapanları (bu durumda bu ben oluyorum) sever.
herhangi bir şey yapmanın gereksizliğine yürekten inanmış insanların başına gelen
Yapmak zorunda bile olmadığım işlerin potansiyel yorgunluğunun yerine, sadece ve sadece, yapabilmiş olduğum işlerin sınırsızca yavaşlaması var.
Hayyam’ın sıkıntısı, ne yapacağını bilemeyen, aslında hiçbir şey yapamadığı ya da beceremediği için bu halde olan bir adamın çektiğiyle bir değildir. Öylesi, ölü doğmuş insanların ve kendini haklı olarak morfine ya da kokaine verenlerin sıkıntısıdır.
“Her şeydim, hiçbir şeye değmezmiş.” İmkansızı aramaktır
Acem bilgenin içkiye kendini vermekte ısrar etmesinin nedeni budur. İç, iç! Pratik felsefesi böyle özetlenebilir. Neşesine neşe katmak için, neşe neşeye daha çok benzesin diye içen, ehlikeyif bir ayyaştan bahsetmiyoruz. Unutmak ve belki biraz daha az kendi olmak amacıyla içen, kırgın bir ayyaş da değildir Hayyam. O şaraba neşeyi, eylemi ve aşkı katandır;
Ömer Hayyam’ın pratik felsefesi,
ülleri seyretsin, şarap içsin, ona yeter. Hafif bir meltem, havadan sudan bir sohbet, bir testi şarap, üç beş çiçek – Acem bilgenin en önemli arzu nesneleri bundan ibarettir işte, hepsi bu. Aşk insanı kışkırtır ve yorar, eylem dağıtır ve başarısızlığa götürür, kimse bilmeyi bilmez ve düşünmek her şeyi donuklaştırır. İşte bu yüzden kendi içimizdeki arzulardan ve umutlardan, faydasız dünyayı açıklama iddiasından veya aptalca onu iyileştirmeyi, yönetmeyi amaçlamaktan vazgeçsek daha iyi olur. Her şey hiçtir ya da Yunan Antolojisi’nde yazdığı gibi “her şey akılsızlıktan gelir”, üstelik bir Yunan, yani akılcı biridir bunu bize söyleyen.
Sevmekse, evet, İncil’de dendiği gibi “yakınımızı” seveceğiz, ama İncil’in adını bile anmadığı insan’ı değil. Herkese sevgi göstermek, kimseyle yakınlaşmamak.
İncil yakınlarımızı sevmemizi söyler: İnsana ya da insanlığa karşı bir sevgiden bahsetmez, zaten kimse de bunu dert etmez.
İnancım olsa farklı bir insan olurdum; ama şu da var ki, deli olsam da farklı olurdum. Sonuç olarak farklı olsaydım farklı olurdum.
Spencer bilgimizin bir küre olduğunu, büyüdükçe bilmediklerimize temas ettiği noktaların da çoğaldığını söyler.
Ömer hepsini birden reddedebilirdi, çünkü onun tamamen dışındaydılar; ben ise atamam, çünkü onlar, bendir.
Bazı acıların, öylesine içlerine işlemiş, öyle incelikleri vardır ki, ruhtan mı yoksa beden mi kaynaklanırlar, hayatın boşluğu karşısındaki rahatsızlığı mı yansıtırlar, yoksa karaciğer, mide ya da beyin gibi organik bir uçurumumuzun hastalanmasından mı kaynaklanırlar, anlayamayız.
Telefon gönülsüzce titremeye başladı. Patron Vasques odasına dönecek yerde, büyük salonda duran telefona yöneldi. Bir durgunluk oldu, bir sessizlik, yağmur bir kâbusta gibi yağıyordu. Patron Vasques susmuş olan telefonu unuttu, ayak işlerine bakan ufaklık salonun en dibinde haddini bilmez bir eşya gibi hafifçe kımıldandı.
Huzur ve rahatlık getiren büyük bir neşe hepimizi şaşırttı. Sersemliğimizi atamamış olarak, olanca sevecenliğimizi, geçimliliğimizi takınarak, ani bir hevesle işimize döndük. Söyleyen olmadığı halde içeridekilerden biri pencereleri ardına kadar açtı. Taptaze, tarifsiz bir koku, su dolu havayla birlikte koca odaya daldı. Şimdi hafiflemiş olan yağmur uysalca yağıyordu. Sokağın gürültüleri aynı olsa da, şimdi farklıydı. Arabacıların sesi geliyordu, sapına kadar gerçek insanların sesiydi bu. Yan sokaktan tramvay çıngırakları açıkça bizimle toplumsal bir bağ kuruyordu. Yalnız bir çocuğun kahkahası, dupduru ortamda bir kanaryanın ötüşü gibi çınladı. Hafif yağmur iyice cılızlaştı.
Akşamın saat altısı. Paydos vaktiydi. Patron Vasques, aralık kapısının önünden “Gidebilirsiniz,” dedi bize, kelimeleri ticari bir dua gibi telaffuz ederek. Hemen kalktım, muhasebe defterimi kapatıp yerine koydum. Kalemimi iyice görünür bir yere, hokkadaki özel oyuğuna yerleştirdim, sonra Moreira’nın yanına gidip umut dolu bir “yarın görüşürüz” fırlattım, sanki bana çok önemli bir hizmette bulunmuş gibi elini sıkarak.
İster Madrid’e, ister Berlin’e, İran’a, Çin’e, ister kutuplara gideyim, görünüşümün ve hissetme tarzımın tutsağı olduğum sürece, kendimden başka nerede olabilirim?
Yolculuklar, yolcuların kendisidir.
Tanıdığım en sahici, bundan dolayı da en büyük gezgin değildi sadece; aynı zamanda karşıma çıkmış en mutlu insanlardan biriydi. Sonradan ne olduğunu bilmediğime üzülüyorum, daha doğrusu, üzülmem gerektiğini hayal ediyorum; aslında hiç önemi yok, çünkü bugün, onu tanıdığım kısacık dönemin üzerinden on yıl, belki daha fazla zaman geçmişken, o artık bir yetişkin olmuştur: Görevlerine bağlı biri, hatta belki evlenmiştir, toplum içinde herhangi bir rolü olan su katılmamış bir aptala dönmüştür – ölüdür kısacası, yaşarken ölmüştür. Ve bedensel olarak yolculuğa çıkmak gibi bir salaklık da yapmış olabilir, oysa zihninde ne kadar iyi gezerdi.
Evet, bazen çocukların zekâsıyla yetişkinlerin aptallığı arasındaki korkunç farka bakıyorum
Kafenin terasından, titreyerek hayatı seyrediyorum. Şu apaydınlık, ala- bildiğine bana ait meydanda yoğunlaşan hayatın –o darmadağın şeyin– pek azını görebiliyorum. Sarhoşluğun ilk anına benzeyen bir durgunluk, nice şeylerin ruhunu anlatıyor bana. Dışımda, gelip geçenlerin ayak seslerinde, hareketlerinin ince ayarlı öfkesinde gözle görülür, ortak hayatın akıp gittiğini duyuyorum.
Her şey külleri karıştırmak kadar boş
Bütün bunlar size ne kadar modern geliyor! Ve aslında hepsi eski, hepsi gizli ve hepsi, her bir şeyde parlayandan bambaşka bir anlamla mühürlenmiş!
Gazete okuma işi, estetik açıdan daima, manevi açıdan da çoğunlukla azap vericidir, böyle meselelere pek kafa yoran biri olmasanız bile.
Faydalı bir imparatorluk, verimli bir ideal gören olmuş mu bugüne dek?
iki yana sallanabilir ama ilerlemekten âciz.
Hayatta gülünç, iğrenç ya da ağır zekâlı görünmemize neden olan talihsiz olayları, kendi soğukkanlılığımızın ışığında, yolculuğun cilveleri olarak görmeliyiz. arabanın sarsılıp durmasını pek önemsememesi gereken, sıradan seferileriz.
o aydınlık ve dingin, derin gök var
Çoğu zaman kendimi tanıyamıyorum – kendini en iyi tanıyan insanlara sık sık olur bu… Bana can veren farklı kılıklar altında kendime bakıyorum. Bütün değişenlerin içinde, değişmeden kalan benimdir; yapılmış olanlar arasında ise, hiçbir şey olan her şey.
Dışarıdan bakıldığında ikisini yakın gösteren tekdüzelikler bile, hiç kuşkusuz kendi içlerinde bambaşkaydı. Kesinlikle iki tekdüzelik değil, iki hayattılar.
Nedir bu anıları uyandıran?
Yorgunluk. Hatırlamak dinlendirir, çünkü hareket etmez insan.
Kendi varlığımdan o kadar soyundum ki var olmak için ilk önce giyinmem gerek. Sadece kılık değiştirdiğimde kendim oluyorum. Çevremdeki tüm yabancı güneşler ölürken, benim asla göremeyeceğim manzaraları altın rengine boyuyor .
ne ilginçtir ki, bedene doğal zarafetini veren unsurlarla ya da hareketlerle kıyafet arasında hiçbir bağ yok.
Şu anki zihinsel durumumu toplumsal bir örnekle açıklamam istense, hiç sesimi çıkarmadan bir ayna, bir giysi askısı, bir de tükenmezkalem gösterirdim.
Birden, istemeden hayatım hakkında düşünürken buluyorum kendimi. Fark etmemişim, ama olmuş bir kere. Görmekten ve duymaktan başka bir şey yapmadığımı sanmıştım ben
Çoğalmış yayaların ayak sesleri daha telaşsız.
akla gelebilecek her şeyi satan başka kadınlar da ayrı ayrı, birbirlerine benziyor; onları tekdüzelikten kurtaran tek şey, sepetlerin içindekiler, ama farklı nesnelerden çok farklı renkler. Sütçüler, seyyar mesleklerine özgü büyüklü küçüklü bidonları, içi boş, saçma anahtarlar gibi birbirine vuruyor. Polisler kavşaklarda durgun, günün gözle görülmez yükselişinin içinde, uygarlığın kıpırtısız inkârı onlar.
Saat denen şu bayağılık yüzünden uyanıyorum kendimden: Toplumsal hayatın zamanın sürekliliğini hapsetmek için yarattığı manastır hayatıdır saat, soyutun içindeki sınır, bilinmezliğin içindeki huduttur.
Keşke kırda olsam, şehirde olmayı sevebilirdim o zaman. Şehri böyle de seviyorum – o zaman iki kat fazla severdim.
Zaten pek hassas olmayan insanlık havayı dert etmez, ne de olsa öyle ya da böyle, havanın her hali lazım; yağmuru da kafasına damlamadan anlamaz.
Donuk, gevşek günde, nemli bir yakıcılık var. Büroda tek başıma hayatımı gözden geçiriyorum En küçük şeylerin bana çile çektirmekte ne kadar mahir olduğunu gayet
iyi bildiğim için, küçük olmalarına bakmadan, onları nerede görsem hiç tereddütsüz kaçarım. Gelgelelim, kendimi zorla hayatın hareketlerinin ve amaçlarının dışına
attıkça; şeylerle temas etmemeye çalıştıkça – tam da kaçmak istediğim şeyin kucağına düştüm.
kendimi tecrit ettim ve kendimi tecrit ederken de, zaten aşırı hassas olan duyarlılığımı iyice azdırmış oldum. Şeylerle ilişkimi tamamen kesebilmiş olsaydım, duyarlılığıma gayet iyi gelirdi bu. Ama tam tecrit mümkün değil. Hiçbir şey yapmıyorsam da nefes alıyorum; hiç hareket etmiyorsam da kıpırdanıyorum. Öyle ki, tecridin sonucunda duyarlılığımın iyice bilenmesinden başka kazanç elde etmediğim gibi, eskiden bana hiç zararı dokunmayacak, incir çekirdeğini doldurmaz olaylar da birer felakete dönüştü. Kaçmak için yanlış yöntem seçtim. Kötü bir dönüş yaparak başladığım yere kaçtım, böylece orada yaşamanın dehşetine bir de yol yorgunluğu eklenmiş oldu.
İntiharı hiçbir zaman bir çare olarak düşünmedim, çünkü hayata olan nefretim aslında ona olan sevgimden kaynaklanıyor .
İstencimi tahlil ede ede öldürdüm
taş sıraların ölü zarafeti, sönmüş ihtişam, bozguna uğramış zarafet, yitik cam boncuklar.
Hayalperest olacak kadar param yok.
Büyük melankoliler, sıkıntı kokan hüzünler ancak ve ancak rahat, gösterişsiz, fakat lüks ortamlarda yaşayabilir. Büyük hayallerin yeşermesi için, birtakım toplumsal koşullar gerekir.
Tanrı her yerde olduğu kadar burada da, varoluş bilmecesinden mahrum kalmayalım diye çırpınıyor. İşte bundan dolayı, tekerleklerden ve ahşap döşemelerden çekip çıkardığım hayaller, zayıf olmalarına, kötü arabalarla, tahta hayvan kafesleriyle dolu manzarayı yansıtmalarına rağmen, sahip olduğum, sahip olabileceğim yegâne şeyler.
Gerçek günbatımları kesinlikle başka yerde. Ama şehre bakan dördüncü kattaki bu evde bile insan sonsuzluğu düşleyebilir. Doğru, aşağısı sonsuz bir keşmekeş, ama öbür uçta yıldızlar da var… Akşam vakti, sokağa açılan pencereme yaslanmış, olmadığım burjuvanın tatminsizliğiyle asla olamayacağım şairin hüznü arasında parçalanmış haldeyken aklımda bunlar dolaşıyor.
Büyük sıcaklar bastırdığında hırçınlaşırım. Gördüğüm kadarıyla, yaz saatlerinin ışığı sert bile olsa, kim olduğunu bilmeyen varlıklara tatlı gelebiliyor. Ama bende böyle olmuyor.
sonsuza dek mezarsız bırakılmış duygularımın cesedi arasındaki fark fazlasıyla şiddetli. cesaretini yitiren dudaklarımızın acı kıyılarını
uyumamış bir adamın kötü uyanışı
Hayal ederek yaşamak, hayal gücümüzü aşındırır, özellikle gerçekliği hayal etme gücümüzü. İnsan zihninde var olmayanla, zaten var olması mümkün de olmayanla yaşamaktan, sonunda var olabilecek olanı bile hayal edemez hale geliyor.
Bugün eski bir dostumun ameliyat olmak üzere hastaneye yattığını söylediler, uzun zamandır görmediğim, ama bütün samimiyetimle, taşkın bir şefkat olduğunu varsaydığım bir duyguyla hep düşündüğüm biriydi. Haberi alınca içimde uyanan biricik berrak ve olumlu duygu, beni bekleyen mecburi angaryayla ilgiliydi:
Karaltılarla yaşaya yaşaya kendim de düşüncelerimde, hissettiklerimde, kimliğimde bir karaltıya döndüm. Hiç olmadığım o normal varlığa duyduğum sancılı özlem, varlığımın özüne sızdı.
Kendimin gölgesi, varlığımı teslim ettiğim bir gölge olmuşum. Konuşmak, başkalarına haddinden fazla ilgi göstermek demek. Derler ki, çenesinden ölürmüş balıklar… ve Oscar Wilde.
Bir bedene tutsak düşmüş ruhun
“Neye güldünüz?” diye sordu Moreira kötülük düşünmeden, salonu
bölen iki etajerin arasındaki boşluktan.
“İki ismi karıştırmışım da…” dedim soluğumu toparlamaya çalışarak. “Ah, demek öyle,” diye kestirip attı Moreira ve sonra büroya da, benim
üzerime de yeniden tozlu bir dinginlik çöktü.
Vikont de Chateaubriand şurada durmuş, hesap kitapla uğraşıyormuş!
Pek Sayın Profesör Amiel, şahane bir tabureye tünemişmiş! Kont Alfred de Vigny, Grandela mağazasının mallarını göndermekteymiş! Senancour buracıkta, Rua dos Douradores’teymiş!
Hatta, okuması asansörsüz binada merdiven tırmanmak kadar zahmetli olan Paul Bourget bile… Saint-Germain Bulvarımı bir kez daha, iyice görebilmek için, tam Brezilyalı plantasyoncunun ortağının kaldırıma tükürdüğü anda pencereye yöneldim.
Aynı anda hem bunları düşünmekle, hem sigara tüttürüp hem de iki şeyi doğru dürüst bağdaştıramamakla meşgulken, birden zihnimdeki kahkaha dumanla çakıştı ve boğazımda tökezleyerek, duyulabilen, çekingen bir kahkaha olarak gün yüzüne çıktı.
Tamamen benim elimden çıkma bu günlüğün fazlasıyla sahte olduğunu
düşünenler çok olacaktır. Ama sahtelik benim yapımda var. Hem ayrıca, manevi hayatım hakkında özenle not tutmaktan başka ne eğlencem var? Aslında özendiğim de yok, notları bir kuyumcu titizliğiyle bir araya getirdiğim de söylenemez. Bana ait olan bu özenli dilde, kendi doğallığında düşünmekteyim.
Kenar mahallelere yer yok
Berbere her zamanki gibi, aşina bir yere rahatça, kolayca dalıvermenin
mutluluğuyla girdim. Yeniliklere karşı kaygıyla karışık bir hassasiyetim var: Ben sadece, bildiğim yerlerde rahat ederim.
Koltuğa oturunca, çocuk boynuma serin ve temiz bir örtü bağlarken, o an aklımdan geçeni, sağ koltukta çalışan arkadaşını sordum, yaşça ondan büyük ama şakacı bir adamdı, hastaydı. Hiç gerek yokken sormuştum soracağımı: Orada otururken çağrışımlar bunu aklıma getirmişti. “Dün öldü,” diye karşılık verdi havlunun ve benim arkamda duran ses, tonu hiç değişmeden, sesin parmakları son bir kez enseme kaydıktan sonra yakamla aramdaki boşluktan sıyrıldı. Bütün gerçekdışı keyfim bir anda öldü, tıpkı yan koltuktan bir daha gelmemecesine silinmiş berber gibi. Bütün düşüncelerim üşüdü ansızın. Tek kelime etmedim.
Özlem! Hiçbir yakınlığım olmayan birini bile özlüyorum – zamanın kayıp gitmesinin karşısında kaygılanıyor, hayatın gizemi karşısında hastalanıyorum. Her günkü sokaklarımda her gün gördüğüm yüzler – onları göremezsem kahrolurum; hiçbir şey değillerdir oysa gözümde, bütün hayatın simgesinden başka hiçbir şey.
Sabahın dokuz buçuklarında sık sık karşılaştığım, kirli tozluklar takan alakasız ihtiyar? Boşu boşuna insana musallat olan piyangocu? Tütüncünün kapısında purosunu tüttüren şu tombul, kırmızı suratlı, kısa boylu ihtiyar? Ya soluk benizli tütüncü? Defalarca gördüğüm, gördükçe hayatımın bir parçası haline gelen bu insanlara ne oldu? Rua da Prata’dan, Rua dos Douradores’ten, Rua dos Fanqueiros’tan silinme sırası yarın bana da gelecek. Yarın ben –şu hisseden ve düşünen insan, kendi evrenim–, evet, yarın o sokaklardan geçmekten ben vazgeçeceğim, ötekiler uzak bir “Ne oldu acaba?” ile beni anacaklar. Ve bütün yaptıklarım, bütün hissettiklerim, bütün yaşadıklarım herhangi bir şehrin sokaklarındaki günlük hayattan bir yayanın eksilmesinden ibaret kalacak.
Edebiyat –sanat ile düşüncenin o birleşimi, gerçekliği lekelemeyen o
icraat– bence insanoğlunun, uğrunda var gücüyle uğraşması gereken amaçtır, tabii insanoğlu aşırı büyümüş bir hayvani ur değil de, sahiden insan olsaydı.
Kıpırdanmak, yaşamaktır; kendini anlatmak, hayatta kalmaktır.
Eleştirmencikler
Hepimiz romancıyız ve gördükçe anlatırız, çünkü görmek de bütün ötekiler gibi karmaşık bir iştir. gözlerimi kapayıp kedi okşar gibi, tüm söyleyebileceklerimi okşayacağım usulca.
Gölgelerle dolu bir rüzgâr, benliğimde uyananın üzerine ölü tasarıların külünü üflüyor. Yabancı bir gökten ılık bir sıkıntı şebnemi damlıyor. Engin, kıpırtısız bir kaygı ruhumu içeriden yönetiyor ve meltem nasıl ağaçların doruklarıyla oynarsa, o da öyle, rasgele değiştiriyor beni.
Ilık, hastalıklı odamda, sabahı müjdeleyen bu an, dışımda, alacakaranlığın bir ürpertisi sadece. Tepeden tırnağa huzurlu bir karmaşayım… Neden doğar ki gün? Şafağın sökeceğini bilmek beni kahrediyor, sanki ben çabalamazsam gün doğmayacak.
Tarifsiz bir yavaşlıkla sakinleşiyorum. Gevşiyorum.
hayatın dörtgen şaşmazlığına verevine çok iyi oturuyordu… Tahtından indirilmiş soylu saatler, eprimiş saray kıyafetlerine bürünmüş saatler, paramparça sıkıntılarının çokluğuyla övünen bir dünyadan buraya düşmüş saatler…
Kendimizi gülerken hayal edebilecek kadar gürültü edebilseydik, canlı olduğumuzu sandığımıza gülerdik mutlaka. Çarşafın ılımış serinliği ayaklarımızı
Kendimizi gülerken hayal edebilecek kadar gürültü edebilseydik, canlı olduğumuzu sandığımıza gülerdik mutlaka. Çarşafın ılımış serinliği ayaklarımızı
ama şimdi rahatsızlığımızdan ötürü daha bir rahatsız,
Manzaranın gözleri yaşla doluydu, sabit gözleri var olmanın sayısız sıkıntısıyla doluydu…
Hayatımızı böyle öldük işte, ayrı ayrı ölmeye
Hayatımızı böyle öldük işte, ayrı ayrı ölmeye
Sıradan insanlar değerlerini birbirlerinden alır; eylem adamları, yorumladıkları güçten; fikir adamları ise yarattıklarından.
İnsanlık için yarattıklarının kaderi, Yeryüzü’nün bir kere soğumasına bakar. Gelecek kuşaklara verdiklerin ya seninle doludur tıka basa ve senden başkası anlamaz ya da çağınla doludur ki, öbür çağlar anlamayacaktır veya bütün çağlara bir mesajdır, o zaman da bütün çağların hızla koştuğu nihai uçurum için anlaşılmaz olarak kalacaktır.
Bazıları ölür ölmez ölür, kimileriyse kendilerini görüp sevmiş olanların anılarında yaşar biraz daha Kalıcı olmak bir Arzu’dur, sonsuzluk ise bir yanılsama.
Her canlı varlık yaşar, çünkü değişir; değişir çünkü gelir geçer; ve gelip geçtiği içindir ki, ölür. Her canlı varlık durmaksızın başka şeye dönüşür ve sürekli reddeder kendini, hayattan saklanır.
“Ölümsüz şiir,” deriz
Bir Homeros, bir Milton, yeryüzüne çarpacak bir kuyrukluyıldızdan daha güçlü değildir.
Hayatımdaki tüm olayların Yenilik denen iğrençliğe dokunmak anlamına geldiğini, yanaştığım her yeni insanın, masama koyup karşısında her zamanki korkulu düşüncelerime daldığım bilinmezliğin yeni ve canlı bir kırıntısı olduğunu fark ettiğim anda – her şeyden el çekmeye karar verdim, hiçbir amacım olmayacak, olabildiğince az hareket edecek, mümkün olduğu kadar saklanacaktım ki ne insanlar ulaşabilsin bana ne de olaylar, bu perhize büyük özen gösterecek, vazgeçişlerimi en uç noktaya dek götürecektim. Sırf yaşama olgusu öylesine korku veriyor, öylesine eziyet ediyordu bana.
Başkalarının varlığı (hep şaşkına çevirmiştir bu beni) gün geçtikçe daha çok acı, daha çok kaygı veriyor. Ötekilerle konuştukça ürpertiler geliyor üzerime. Biri benimle ilgilenecek olsa, derhal kaçıyorum. Biri yüzüme baksa, olduğum yerde sıçrıyorum.
Hep savunma hattındayım. Hayatın ve başkalarının acısını çektiriyorum kendime. Gerçeklikle yüzleşebilmekten âcizim. Güneş bile, salt varlığıyla eziyor, hüzne boğuyor beni. Sadece gece vakti –geceleyin, kendimle baş
başayken–, her şeyden uzak, her şeyi unutan, ne gerçeklikle ne de bir şeylerin yararıyla ilgisi olmayan, yitik gecede kendime kavuşuyor, biraz teselli buluyorum.
Hayatım üşüyor. Varlığım nemli mağaralardan, yeraltındaki ışıksız mezarlardan ibaret. Son imparatorluğu ayakta tutan son ordunun uğradığı büyük bozgunum ben. Bitmiş bir uygarlığın tadını alıyorum kendimden eski, muzaffer bir uygarlığın. Bir vakitler bir bakıma başkalarına hükmeden ben, yalnızım artık, yüzüstü bırakılmışım. Hep yol gösterenim olmuşken, dostsuz, kılavuzsuz kalmışım.
Hep korkarım hakkımda konuşulmasından. Neye elimi attımsa kuruttum.
Ve bir de hayatım var ki, işten kaçan, yol kenarlarında uyuyan bir serseri kadar yararsız
İmgeleri basamak olarak kullanıp yenilerini yaratarak, tesadüfen doğup içgörümle gördüğüm büyük tablolara yığılmış metaforları yelpaze gibi açarak düşlerimle akıyorum; hayatı kendimden koparıp dar gelmiş bir kıyafet gibi bir köşeye koyuyorum. Yollardan uzağa, ağaçların arasına saklanıyorum. Kayboluyorum.
Bir fincan kahve; loş bir odada, yarı kapalı gözlerle içilen, kokusu içe işleyen bir sigara… Hayattan bu gerçeklikten başka talebim yoktur, bir de düşlerimden…
Dışarıda bir yaz ikindisi. Ne kadar da isterdim bir başkası olmayı… Pencereyi açıyorum. Dışarısı yumuşacık, ama sinsi bir sancı gibi, anlamsız bir tatminsizlik gibi yaralıyor beni.
tablolardaki insanlar gibi güzel, estetik olmam gerekirdi oysa öyle değilim, o kadarını bile olamadım…
Ağır binaların kara taşlarına kazınmış, duyulmadık gelenekleri olan eski şehirlerin şafakları; güneş doğmazdan önceki hava gibi nemli, çamurlu, taşkına uğramış çayırlarda titreşen tan; her şeyin başa gelebileceği daracık sokaklar; modası geçmiş odalarda, ağır yüzlü eski sandıklar; ay ışığında, avlunun dibindeki kuyu; hiç tanımadığımız bir büyükannenin ilk aşklarından kalma bir mektup; geçmişi sürgün ettiğimiz odalardaki küf kokusu; artık kimsenin kullanmayı bilmediği bir tüfek; pencerelerde geçirdiğimiz sıcak ikindilerde yükselen ateş; yoldaki hiç kimseler; sıçramalarla bölünen uyku; üzüm bağlarına musallat olan hastalık; çan sesleri; yaşamanın manastırlara özgü hüznü… Zarif ellerinin kutsadığı vakit… Okşayış gelmez asla, yüzükteki taş yarı-aydınlıkta kanar… Ruhumuzda inancın zerresi yokken katıldığımız kilisedeki bayramlar: Kaba, çirkin azizlerin bedenlerinin güzelliği, imgelemimizde eksiksiz yaşadığımız romantik tutkular, soğuk havayla nemi iyice artan şehrin rıhtımlarında, gece çökerken iç bulandıran deniz kokusu…
Ben görsel tutkulara meyilliyim.
İlgisizliğimin nedeni ise, ruhun tekdüzeliği, herkeste hep aynı olmasıdır; sadece bireysel çıkışlar farklı kılar ruhu
Kendimize doğru yola çıkar, başkalarında mola veririz.
Bir tek aramayan mutludur; çünkü sadece aramayan bulur, çünkü zaten sahiptir bulduğuna ve her neye olursa olsun sahip olmak, mutluluk demektir
İçimin derinliklerinde sana bakıyorum farazi nişanlım ve daha şimdiden, sen henüz var olmadan aramızda anlaşmazlıklar başladı bile.
Aşk, kişiliği farkta arar, bu ise salt mantıksal boyutta,
Aşk, kişiliği farkta arar, bu ise salt mantıksal boyutta, hele gerçek dünyada kesinlikle imkânsızdır. Aşk sahip olmak, dışında kalması gerekeni kendine ait kılmak ister, sevilen varlık kendisinin bir parçası haline gelsin, ama o olmasın diye. Sevmek, kendini vermektir. İnsan ne kadar çok verirse, aşk da o kadar büyük olur. Ama kendini tamamen vermek ötekinin bilincini de ortaya sermek olur.
Kendimize bile ait değilken, ben sana ya da sen bana nasıl ait olabiliriz ki? Kendi varlığıma sahip değilken, yabancıladığım bir varlığa nasıl sahip olayım? Benzediğim insandan bile farklıyım ben: Farklı olduğum birine nasıl benzeyeyim?
Amma metafiziksel konuştum.
Her bir şey bana, gölgesi olduğu gerçeği değil, üzerinden geçerek varılan gerçeği telkin eder. içimde görünmez engellere çarpıyorum
Yalnızca ticari mektuplar belli birine yazılır.
hiç saygı duymadıklarına karşı tavrını ortaya koyarken, bir şeylere saygı gösterme isteğini de koruyacaksın; sevmediklerinden tiksinirken, sevmeye duyulan sancılı arzuyu; hayatı küçümserken onu yaşamanın ve sevmenin ne kadar da güzel olduğunu aklında tutacaksın.
Dünyevi tahriklere kapılmayasın sakın. Kendi dramlarımın bir kahramanıyım.
Reddedilmekten, aldatılmaktan, nefret uyandırmaktan korkmadan sevebilirim. Sevgili değiştirebilirim, nasıl olsa hep aynısı olacaktır.
Yanımda başkaları varken hoş bir duyguya kapıldığımda, onların da bundan pay aldığını düşünerek kıskanırım.
Sanat, bir yalnızlıktır. Sanatçı başkalarını tecrit etmenin, yalnız başına kalmaya heveslendirmenin yolunu aramalıdır.
Enli bir kurdele gibi
Seni görünce şehirlerin değiştiğini hatırladım, kırlarınsa ezeli ve ebedi olduğunu.
her hareketinde bir kuş yere konuyordu
dağ sıraları kadar sakin
zaman durup sana yol veriyor.
Öyle ki, kucaklaşmış iki kol gibi uzaklaştırıyorum kendimden beni sarmalayan iki sıkıntıyı – Gerçeklik’ten başka şey yaşayamamanın sıkıntısı ve sadece Olası’yı tahayyül edebilmenin sıkıntısı.
Asker imgesine hiç uymayan şeyler yaptırırdım onlara.
Bir limana çıkmamak dendi mi, çıkılacak liman kalmaz. Asla varamamak, asla varamamak demektir. Aynı tenha, ucuz lokantaya
Lüks evinin terasında otururken hayattan sıkılan bir adamın mutsuzluğu bir şeydir; benim gibi Aşağı Şehir’ de, dördüncü kattaki bir odadan manzarayı seyretmek zorunda olan, ne yaparsa yapsın bir yardımcı muhasebeci olduğunu unutamayan bir adamın mutsuzluğu başka bir şeydir.
“Tout notaire a rêvé de sultanes…”
Resmî belgelerde, meslek hanesine büro çalışanı diye yazdığımda kimse şaşırmazken, ben yersiz bir alaycılıkla karışık gizli bir zevk duyuyorum. Nasıl olup da adımın ticaret yıllığında, bu şekilde yer alabildiğini merak ediyorum.
Günlük’e epigraf:
Guedes (Vicente), büro çalışanı, Rua dos Retroseiros
Anuário Comercial de Portugal.
Sıska adam beceriksizce gülümsedi bana. Bakışlarından güvensizlik okunuyordu, ama düşmanlık yoktu. Sonra tekrar gülümsediyse de hüzünlü bir hali vardı. Nihayet, gözlerini tekrar tabağına eğdi. Sessizce, bütün dikkatini vererek yemeğine devam etti.
Zihnim kaşınıyor
Yorumlar
Yorum Gönder